AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ’NİN 8.MADDESİNİN TAHLİLİ
NOT:Bu makale ANADOLU HUKUK DERGİSİ nin 6.sayısı ve KONYA BAROSU DERGİSİ nin3.sayısında yayımlanmıştır.
AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ’NİN
8.MADDESİNİN TAHLİLİ
I-A.İ.H.S’NİN DÜZENLEME ALANI NEDİR
II-A.İ.H.S’NİN 8. MADDESİNİN UNSURLARI (1.fıkra)
1-HAKKIN ÖZNESİ =HERKES
2-ÖZEL HAYATIN KORUNMASI HAKKI
3-AİLE HAYATININ KORUNMASI HAKKI
4-KONUTUN KORUNMASI HAKKI
5-ÖZEL HABERLEŞMENİN KORUNMASI HAKKI
III-HAKKIN SINIRLANDIRILMASI UNSURLARI (2.fıkra)
A-SINIRLAMA HALLERİ
1-ULUSAL GÜVENLİK
2-KAMU EMNİYETİ
3-ÜLKENİN EKONOMİK REFAHI
4-DİRLİK VE DÜZENİN KORUNMASI
5-SUÇ İŞLENMESİNİN ÖNLENMESİ
6-SAĞLIĞIN VEYA AHLAKIN KORUNMASI
B-SINIRLAMANIN SINIRLARI (SINIRLAMANIN DENETİM ÖLÇÜTLERİ)
1-MÜDAHALE KAMU OTORİTESİNCE YAPILMALI
2-MÜDAHALE MEŞRU AMAÇLAR İÇİN YAPILMALI
3-MÜDAHALE HALİ YASA İLE ÖNGÖRÜLMELİ
4-MÜDAHALE DEMOKRATİK TOPLUMDA GEREKLİ ÖLÇÜDE YAPILMALI
IV-A.İ.H.S 8.MADDEDE DÜZENLENEN HAKLARIN İÇ HUKUKTAKİ KARŞILIĞI
1-ÖZEL HAYAT VE AİLE HAYATI (AY 20. Md.)
2-KONUT DOKUNULMAZLIĞI (AY 21. Md.)
3-HABERLEŞME HÜRRİYETİ (AY 22.Md.)
V- SONUÇ
I-AİHS. 8. MADDESİNİN DÜZENLEME ALANI:
AİHS 8. Maddesinde “1-Herkes özel hayatına ,aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir. 2-Bu hakkın kullanılmasına bir kamu otoritesinin müdahalesi,ancak ulusal güvenlik,kamu emniyeti,ülkenin ekonomik refahı,dirlik ve düzenin korunması,suç işlenmesinin önlenmesi,sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için,demokratik bir toplumda zorunlu olan ölçüde ve yasayla öngörülmüş olmak koşuluyla söz konusu olabilir.”hükmüne yer verilmiştir. Madde ile kişiye ait 4 ayrı hak koruma altına alınmıştır.Bu haklar şunlardır:
1-Özel Hayatın Korunması
2-Aile Hayatının Korunması
3-Konutun Korunması
4-Haberleşme Hakkının Korunması
Devlet,sözleşmenin 8. maddesi ile bu hakları korumayı taahhüt etmektedir. Devletin burada iki tür yükümlülüğü sözkonusudur.Bunlar:
A-Negatif yükümlülük :
:Devletin yetki alanları içinde bulunan herkesin, özel hayatının aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilme (ihlal edilmeme) hakkına sözleşmede ve mahkeme içtihatlarında ortaya konulan ilke ve ölçüler dışında bizzat müdahale etmemesi, bu hakkı bizzat çiğnememesi,
B-Pozitif yükümlülük;
Devletin bahsi geçen haklara bizzat müdahale etmemesinin yanında, bu hakların çiğnenmemesi ve başkaları tarafından da müdahale edilmemesi için gerekli önlemleri alma yükümlülüğü.
Nitekim 26 Mart 1985 tarihli AİHM x ve y -Hollanda davasında “8.madde devleti sadece müdahale etmekten kaçınmaya zorlamaz: Bu aslen negatif taahhüdün yanı sıra, özel hayata ve aile hayatına etkin biçimde saygı göstermesinin doğasında olan pozitif yükümlülükler de olabilir. Bu yükümlülükler, bireylerin kendi aralarındaki ilişkiler anlamında bile, özel hayata saygı gösterilmesini sağlayacak önlemler almayı içerir” diyerek Devletin 8. madde bağlamında pozitif ve negatif yükümlülüklerini ortaya koymuştur.
II-AİHS 8.MADDESİNİN UNSURLARI:
1-HAKKIN ÖZNESİ :HERKES
Burada korunan hak, öncelikle 1. madde gereği, taraf devletlerin yetki alanına giren alanlardaki herkes’i ilgilendiren haktır.Buradaki “herkes” kavramına tutuklu ve hükümlüler de dahildir. (Ergin Ergül. AİHM ve uygulaması -2003) bunun yanında AİHS. 34. maddesi tüzel kişiliğe sahip bulunmasalar da; “hükümet dışı teşekkül” veya “insan topluluklarına” da bireysel başvuru hakkını tanıdığına göre bunlar da koruma altındadırlar. (Prof.Dr.Ş.Gözübüyük-Prof.Dr.F. Gölcüklü. AİHS ve uygulaması 4. Bası)
Yine komisyon 15.05.1980 günlü Mc. Feeley ve Ors -İngiltere davasında; “başkalarıyla ilişki kurmanın öneminin mahkumlar için de geçerli olduğunu” belirterek özel hayatın korunmasına ilişkin hak anlamında mahkumların da herkes kavramına dahil olduğunu ortaya koymuştur.
2-ÖZEL HAYATIN KORUNMASI;
AİHS’de geçen müesseseler, tabirler çok geniş olarak düzenlenmiş olup, bunların tanım ve anlamları yapılmayarak, bu hakların sınırları bir nevi mahkemeye bırakılmıştır. Mahkeme de, bu tür kavramları her olaya özgü tanımlamaktadır. Hatta “özel hayat” kavramının her zaman geçerli bir tanımını yapmanın güçlüğünü 16.10.1992 tarihli Neimitz-Almanya kararında ifade etmiştir. Anılan kararda; “özel hayat kavramını, bireyin kişisel hayatını istediği gibi yaşayabileceği bir “iç alan”la kısıtlamak ve bu alanın dışında kalan dış dünyayı bu alandan tamamen hariç tutmak aşırı sınırlayıcı bir yaklaşımdır. Özel hayata saygı, başka insanlarla ilişki kurmak ve sözkonusu ilişkileri geliştirmek hakkını da bir dereceye kadar içermelidir.” diyerek özel hayatın tanımının bir iç dünya ile sınırlandırılamayacağını, tam tersine bireyin başka insanlarla ilişki kurmak, hatta geliştirmek hakkını da içerdiğini adeta kelime anlamının tersine, sosyalleşme hakkını da kapsadığını vurgulamaktadır.
Yukarıda da belirtildiği gibi AİHS’nde özel hayatın kesin bir tanımı olmadığı gibi mahkeme kararlarında da her olayda kullanılacak kalıplaşmış bir tanım ve sınırlandırma yapılmayarak değişik kararlarda özel hayatın içeriğine nelerin girdiği ortaya konulmaya çalışılmıştır. Buna göre bazı kararlar uyarınca özel hayata nelerin gereceğine bakılacak olursa :
-Hemcinsleriyle özellikle duygusal ilişkiler kurmak ve bunu devam ettirmek (niemietz-Almanya 16.10.1992)
-Bedensel ve ruhsal bütünlüğü içerir (costello -ingiltere 08.10.1991)
-Bir kimliğe-isme sahip olmayı içerir (Burghartz-İsviçre 21.10.1992 )
-Kişinin Bireysel davranışını ilgilendiren kurallar koyduğu durumu içerir (scheuten-Almanya 12.07.1977)
-Bazı durumlarda eğitim öğretim alanında alınan tedbirler özel hayatı etkiler. Ancak eğitim öğretim alanındaki basit bir cismani disiplin cezası özel hayatın ihlaline girmeyebilir. (Costello-Robert /İngiltere 25.03.1993)
-Özel hayat beşeri ilişkileri kapsamakta olup örneğin evcil bir hayvanla ev sahibi arasındaki ilişkinin ve bir mekanda köpek yasağı konulmasının özel hayata girmediğine ilişkin karar (K.x-İzlanda 18.05.1976)
-Cinsel hayata ilişkin düzenleme ve davranışlar (Rees-İngiltere 17.10.1986-Cossey-İngiltere 27.09.1990)
-Bireye ait özel yerlerin ve evrakın aranması ve zaptı (Miailha -Fransa 25.02.1993)
-Telefon dinlenmesi ve kaydı postanın açılıp okunması (Malone-İngiltere 02.08.1984)
-Bireyin kamuya yanlış tanıtılması (fayed-ingiltere 21.09.1994)
-Kamuya malolmuş kişilerin özel hayat alanı daralır (Lingens-Avusturya 08.07.1986)
-Bireyle ilgili bilgilerin toplanıp arşivlenmesi (Amann -İsviçre 16.02.2000-Rotaru Romanya 04.05.2000)
-Polisin dinleme cihazı yerleştirmesi (Khan-İngiltere)
-Soyadı değişikliği talebinin reddi (stjerma-Finlandiya 25.11.1994)
-Ana-Babanın seçtiği ismin nüfusa işlenmemesi (guillet-Fransa 24.10.1996)
3-AİLE HAYATININ KORUNMASI :
Aile kavramı da sözleşmede yoruma açık genel bir kavram olarak kullanılmıştır. Aile kavramına nelerin gireceği de mahkeme içtihatları ile ortaya konulmaya çalışılmıştır. Mahkeme içtihatlarına göre aile kavramına nikahlı birliktelik girdiği gibi, nikahsız yaşayan kadın ve erkeğin meydana getirdiği birliktelikte girmektedir. Örneğin 27.10.1994 tarihli Kroon-Hollanda davasında; kocasından boşanmadan başkasıyla birlikte olan ve ondan bir çocuk dünyaya getiren kadının yasal karine gereği nikahlı kocası üzerine kaydedilen çocuğunun boşandıktan sonra gerçek baba üzerine kaydının yapılması müracaatının reddi üzerine babalığı ret davası açamaması sebebiyle yaptığı müracaatta, aile hayatının korunması hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir. Böylece aile kavramına resmi nikahlı aile dışında, fiili birliktelik te dahil edilmiştir.
Burada koruma altına alınan kavramın bizim anladığımız geleneksel ve ahlaki kalıplar içinde tanımlayabileceğimiz bir birliktelik değildir. Hatta öyleki aile kavramı için çok önemli olan “birliktelik” bile bazı durumlarda vazgeçilmez -zorunlu olmaktan çıkabilmektedir.
Örneğin 25.02.1992 tarihli Margareta ve Roger Andersson-İsveç davasında; kamu bakımına alınan ve bakıcı aile yanına verilen 10 yaşındaki çocuğun anne ile birbuçuk yıl süreyle hemen her türlü ilişkisinin engellenmesi aile hayatına saygı hakkının ihlali sayılmış olup, buradaki aile kavramında fiili birliktelik de söz konusu değildir.
Yine mahkeme içtihatlarına göre aileyi belirlemeye çalışacak olursak aile bireylerinin (kadın-erkek-çocuklar-dede-nine) uzun süredir birlikte yaşıyor olmaları veya birlikte yaşamıyorlarsa kan bağı, manevi duygusal ekonomik bağlar, ailenin varlığı için karine olarak kabul edilmiştir. Bunun yanında evlat edinme de aile kurumu içinde değerlendirilmiştir. Örneğin; 26.05.1994 tarihli Keegan -İrlanda davasında; evlilik dışı olan çocuğu anne evlatlık vermek için girişimde bulunmuş, doğal babanın buna karşı dava açamaması sebebiyle baba yönünden aile hayatının ihlal edildiğine karar verilmiştir. Bu karar aile hayatının korunması hakkının iki unsuru yönünden önemlidir.
-Hem aile kavramını sadece nikahlı anne-baba ve çocuklardan ibaret görmemesi bir başka ifadeyle hukuki olmayan birliktelik ve onun meyvesi çocuktan oluşan grubu aile olarak görmesi,
-Hem de evlatlık müessesesini aile hayatı kavramına dahil etmiş olması,
Bütün bu örnekler ve açıklamalara göre alışıla gelmiş ve kesin olarak sınırları çizilen aile kavramı bulunmadığını kabul edip aile kavramını ucu açık ve yerel bir kavram olarak algılamamız ve mahkemeyi izlemeye devam etmemiz gerekmektedir.
Kısaca ortada bir aile hayatı vardır diyebilmek için bireyler arasındaki ilişkilerin “yeter düzeyde gerçek ve yakın olması” gerekir.(Prof. Dr. Ş. Gözübüyük-Prof. Dr. F. Gölcüklü AİHS ve uygulaması 4. bası sayfa:333) Hatta, anılan yakın ilişki aile birliği dağıldıktan sonra devam etmekte ise yine aile hayatına karine sayılmıştır. Örn. 21.06.1988 tarihli Berrehab-Hollanda davasında;Faslı bir kişi Hollanda’lı bir bayanla evlenerek evlilik birliği süresince oturma izni almış olup, boşanmadan sonra bir de çocukları doğmasına rağmen, boşanma sebebiyle oturma izni iptal edilerek sınırdışı edilmiş olup mahkeme, boşanma durumuna rağmen bu işlemi aile hayatının korunması hakkının ihlali saymıştır.
Mahkeme kararlarında aile kavramı yukarıda sayılan ölçüler düzeyinde bile genişletilmekle kalmamış, müstakbel -tasarlanan aile hayatının bile koruma kapsamında olduğu ifade edilmiştir.(K-X et. Y-İngiltere, 15.12.1977)
Aile hayatı kavramı tutuklular yönünden ele alınacak olursa, bu durumu 8. maddenin 2. fıkrasında düzenlenen istisnalarla birlikte değerlendirmek gerekir. Örneğin cezaevinde ziyaretin sınırlandırılması 8. maddenin ihlali sayılmamıştır. (Dikme-Türkiye 11.07.2000)
Bazen de bir fiil aynı anda hem özel hayatı hem aile hayatını ihlal edebilir. Örneğin 09.12.1994 tarihli Copez-Ostra – İspanya davasında; başvurucunun evine 12 metre uzaklıkta çalışan bir tabakhaneden gelen pis koku ve duman sebebiyle evini değiştirmek zorunda kalması sebebiyle özel hayat, aile hayatı ve konut dokunulmazlığının ihlaline karar verilmiştir.
Mahkeme homoseksüel -eşcinsel birliktelikleri 8. madde kapsamında aile saymamaktadır. Örneğin 17.10.1986 tarihli Rees-İngiltere davasında, nüfusa bayan olarak kayıtlı iken tıbbi müdahalelerle erkek olan kişinin tüm belgelerde erkek olarak geçmesine rağmen doğum belgesinde değişiklik yapılmaması ve evlenme engeli, özel yaşama saygı hakkının ve evlenme hakkının ihlali sayılmamıştır. Ancak bazı yazarlar, eşcinseller arasındaki “hukuki birliktelik” statüsünün tanınmaya başlamasından sonra bu içtihadı kadük saymak gerektiğini ifade etmektedirler. (Prof.Dr.Ş.Gözübüyük-Prof. Dr.F.Gölcüklü AİHS ve uygulaması 4. Bası, Sayfa 339)
Diğer haklarda olduğu gibi bu hakta da devletin hem pozitif hem negatif yükümlülüğü bulunmaktadır. Buna göre devlet bu hakkı ihlal etmeme yükümlülüğü yanında, ihlal ettirmeme koruma ve geliştirme olanaklarını sağlamakla da yükümlüdür.
Mahkememizin değişik kararlarında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8.maddesi delaletiyle devletin aile konusundaki pozitif ve negatif yükümlülüklerine değinilmektedir. Örneğin; Pasaport Kanunu gereği 18 yaşını tamamlayan erkek çocuğun annesinin pasaportuna işlenmemesiyle ilgili bir davada, yurt dışında tedavi gören ve özürlü olan çocuk yönünden gerek Anayasanın 41.maddesi gerek Avrupa İnsan Haklarının 8.maddesi yönünden aile hayatının ihlali tespit edilmiştir. (10.03.2004 gün ve E:2003/787 sayılı kararımız) Yine eş durumundan tayin isteyenlere nakillerde yolluk verilmemesi ile ilgili davalarda, harcırah kanununa göre işlemin doğru olduğu ancak Anayasanın 41 ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8.maddeleri gereği Devletin aile hayatını koruma görevi bulunduğu, eş durumundan nakil talebinin keyfi bir talep olmadığı gerekçesiyle Anayasanın 90.maddesi gereği sözleşme ile çelişen Harçlar Kanununun 10.maddesinin gözardı edilmesi gerektiği ileri sürülerek iptal kararı verilmiştir. (16.12.2004 gün ve K:2004/1320) Bunun yanında, eşi multiple Sklerozis hastası olan ve 4 yaşında çocuğu bulunan öğretmenin, eşinin kriz dönemlerinde çocuğa ve eşine bakacak kimsesi olmadığı için memleketi Çanakkale’ye tayin talebinin reddi davasında, hastalık ve yansımaları-seyri Tıp Fakültesi raporuyla tespit edilerek davacının yakınlarının Çanakkale’de ikamet ilmühaberleri de getirilerek, davacının talebinin Anayasanın 41 ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8.maddesi uyarınca haklı olduğu sonucuna varılmıştır. Burada önemli olan husus, davacının talebi sağlık özrü yönünden değil Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8.maddesindeki ailenin korunması yönünden haklı görülmüştür. Çünkü bu manada sağlık özrü yönetmelikte düzenlenmediği gibi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde düzenlenen yaşam hakkı da bu yönde değerlendirilemez. Oysa, davacının eşinin hastalığının seyri ve bakıma muhtaç olduğu esnada yakınlarının bulunmaması, yakınlarının bulunduğu memlekete tayin talebini haklı kılmaktadır. Üstelik burada ile kavramına karı-koca ve çocuk yanında, eşine yardımcı olacak olan memleketteki her iki tarafın anne-babası da dahil edilmiştir.
4-KONUTUN KORUNMASI :
8.maddenin diğer unsurları gibi; herkes konutuna saygı gösterilmesi hakkına sahip olmakla birlikte, konut kavramı yine tanıma tabi tutulmamış olup, tanım ve sınırlarını belirleme mahkeme içtihatlarına kalmıştır. Yine diğer unsurlarda olduğu gibi buradaki “saygı gösterilmesi” ibaresini, uzaktan saygı duymak olarak değil, konutun korunmasını ifade eden aktif bir hak olarak kabul etmek gerekmektedir. Mahkemeye göre konut kavramına kişinin özel hayatını sürdürdüğü yer yanında, meslek veya ticaretini yaptığı yeri ve bürosunu da konut saymak gerekir. Örneğin 16.12.1992 tarihli Niemietz-Almanya kararında; fax ile yargıca hakaret suçunun soruşturması sırasında Avukat bürosunda arama yapılması, konuta saygı hakkının ihlali sayılmıştır.
Türkiye yönünden konut hakkının ihlali mahkeme nezdinde daha ziyade Kıbrıslı Rumların kuzeydeki evlerinden yararlanamaması ve Güneydoğuda köy boşaltma davaları şeklinde tezahur etmiştir. Örneğin 16.11.2000 tarihli Bilgin-Türkiye davasında, güvenlik güçlerince köylerin güvenlik gerekçesiyle boşaltılıp evlerin tahribi, aile yaşamına ve konuta saygı hakkının ihlali olarak kabul edilmiştir.
Yine konut kavramının içeriğinin barınılan ve de sabit bir yer olarak sınırlandırılmadığını görüyoruz. Örneğin 25.09.1996 tarihli Buckley-İngiltere davasında, bir
çingenenin kendi taşınmazı üzerinde karavan içinde yaşamak istemesinin planlama tedbirleri gerekçe gösterilerek kabul edilmemesi konuta saygı hakkı bakımından maddenin uygulanabilir olduğuna karar verilmiş olup hakkın ihlal edilmediği sonucuna varılmıştır. Burada önemli olan, sabit mekan olmayan karavanın 8. madde kapsamında konut olarak değerlendirilmiş olmasıdır.
Bunun yanında bir mekanın konut kavramı içinde değerlendirilmesi için anılan yerde sürekli -kesintisiz yaşama veya yararlanma koşulu gerekmemektedir. Ayrıca konut hakkının ileri sürülmesi için konutun iç hukuka uygun yapılmış olması şartı da bulunmamaktadır. (25.09.1996 Buckley-Birleşik krallık davası)Yine burada,Türkiye’den aktüel bir örnek vermek gerekirse; İstanbul’da çöplük patlaması sonucu çöplük kenarında ruhsatsız gecekonduda barınırken ölen aile fertleri yönünden gecekondunun ruhsatsız olmasına rağmen konut dokunulmazlığının ihlali kabul edilmiştir.(Öner Yıldız-Türkiye davası.)
Konut hakkının ihlali, bizzat konuta dönük bir saldırı veya konutun kullanılmasının sınırlandırılması şeklinde de olmayabilir. Bir nevi kişinin konutunun olası tehlikeler veya kuşkularından arınması için bilgilendirilmeme şeklinde tezahür eden işlem veya eylemler de konut hakkı içinde değerlendirilmiştir. Örneğin 19.02.1998 tarihli Guerra ve Diğerleri-İtalya davasında, kimyevi maddeler üreten bir fabrika sebebiyle çevrede oturanların muhtemel risk ve tehlikeler konusunda bilgilenme isteğinin reddi, özel hayat ve aile hayatının ihlali sayılmıştır.
Konuta saygı mükellefiyeti devletler için sadece kendi eylem ve işlemleriyle sınırlı olmayıp, kişilerden gelişecek saldırı ve tehlikelere karşı tedbirler alma mükellefiyetini de içermektedir. Ancak tüm bu sınırsız tanım ve kavramlara karşın konut hakkı mevcut olan bir konutu ifade etmekte olup, Devletin kişiyi konut sahibi yapmasını da içermemektedir.
Konutun korunması hakkı, bazen konutta arama yapılması ve bazı eşyalara el konulması şeklinde de meydana gelebilir. Bu tür fiiller normalde özel hayata aile hayatına konut hakkına müdahale oluşturur. Ancak 8. maddenin 2. fıkrasında sayılan koşullarda ihlal meydana gelmez. Bu durumda mahkeme,ilgili kanunların ve uygulamaların, istismara karşı, bireyleri yeterli ve etkin koruyup korunmadığını araştırmaktadır. Bu bağlamda mahkeme, yerel yasaların arama ve müdahale konusunda bireylere getirdiği güvenceleri değerlendirmeye tabi tutmakta ve kanunlarda şu özellikleri aramaktadır. (Camenzied-İşviçre 16.12.1997)
1-Arama yazılı bir emir ile bu amaçla özel eğitim görmüş yetkililerce yapılmalı,
2-Yetkililerin tarafsızlık sorunu ortaya çıkarsa bu görevden ayrılmakla yükümlü olmalı,
3-Ancak bir şüphelinin saklanma veya suç kanıtının bulunma olasılığı halinde arama yapılma,
4-Önemli ve yakın tehlike haricinde pazar -tatil günleri ve gece arama yapılmamalı,
5-Aramanın başında yetkili kimlik gösterip bilgi vermeli ve arama sırasında muhatabın kendisi veya bir yakınının bulunması istenmeli,
6-Aramanın hedefinden sapmamasını sağlayacak bir kamu yetkilisi olmalı,
7-Bir arama raporu hazırlanmalı ve imzalanarak isterse sözkonusu kişiye bir örneği verilmeli,
8-Belge araması özel kısıtlamalara tabi olmalı,
9-Aramadan etkilenen herkes federal mahkemelere şikayette bulunabilmeli.
10-Suçlamayla karşılaşmayacağı anlaşılan şüpheli ortaya çıkan zarar için tazminat talebinde bulunabilmeli,
Buna göre aramanın konut dokunulmazlığını ihlal etmemesi için yukarıda sayılan asgari yasal şartların varlığının mahkemece arandığını söyleyebiliriz. (Ursula Kiltelly. İnsan Hakları El Kitabi No:1)
Konutun korunması konusunda da Mahkememizce bazı kararlarda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8.maddesine atıfta bulunulmuştur. Örneğin Konya’da 2004 yılında kendiliğinden çöken ve 100 civarında insanın ölümüne yol açan Zümrüt Apartmanı ile ilgili açılan tam yargı davalarında, Mahkememiz iç hukuk unsurları yanında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin, 8.maddesine de atıfta bulunarak Devletin (idarenin) insanların güvenli olmayan konutlarda barınmasını önlemek görevi olduğu gerekçesiyle, bu yetkisini gereği gibi kullanmayarak yapı ve iskan ruhsatı veren, inşai denetimini aksatan idarenin hizmet kusuru sabit kabul edilerek maddi manevi tazminata hükmedilmiştir. (23.03.2005 gün ve K:2005/149)
5- ÖZEL HABERLEŞMENİN KORUNMASI (GİZLİLİĞİ):
Bu hak, sözleşmenin resmi Fransızca ve İngilizce metninde sözcük anlamı olarak “yazışmayı” ifade etmektedir. Ancak mahkeme kararların da her türlü muhaberat şeklini kapsadığı belirtilmiştir. Bu bağlamda anılan hakkın kapsamına, telefon-telsiz-fax-vb haberleşme halleri girmektedir. Örneğin, 27.04.1988 tarihli Boyle ve Rıce -İngiltere davasında; adam öldürme suçundan hükümlü kişinin arkadaşına yazdığı mektubun cezaevi yönetimince el konularak yerine ulaştırılmamasında ihlal kabul edilmiş olup, burada kısıtlanan hakkın konusu mektuptur. Yine 23.11.1993 tarihli A-Fransa davasında, kiralık katille -kiralayan arasındaki konuşma kasetinin polise verilmesi sonucu yargılama sonunda cinayete teşebbüs suçundan takipsizlik kararı verilmesiyle yapılan başvuruda haberleşmeye saygı hakkının ihlaline kara verilmiş olup, burada hak ihlalinin konusu yazışma değil telefonlaşmadır.
Bazende bu hakkın ihlali karşılıklı konuşmanın dinlenmesi veya karşılıklı konuşmanın engellenmesi şeklinde de tezahür edebilir. Örneğin 21.06.1984 tarihli Canpbell ve fell -İngiltere davasında mapusun avukatıyla haberleşmesinin sansür edilmesi 28.02.1975 tarihli Golder-İngiltere davasında avukatla görüşememe, bu hakkın yada ihlalin konusunu oluşturmaktadır.
Bu madde’de düzenlenen haberleşme, bireyler arası haberleşme olup, genel anlamda haber alma, toplumsal bilgilenme hakkının dışındadır.
Haberleşmeye müdahalenin incelenmesi sırasında, mahkeme, haberleşme alanını düzenleyen mevzuat hükümlerinin keyfi uygulamalara olanak vermeyecek şekilde olup olmadığına da bakmaktadır. Örneğin 25.06.1997 tarihli Halford İngiltere davasında; terfi talep eden bayan polis şefinin ev ve işyeri telefonlarının dinlenmesi olayında ,iç hukukta telefon dinlemeye ilişkin düzenleme bulunmaması sebebiyle hukuken öngörülmeyen müdahale nedeniyle haberleşmeye saygı hakkının ihlaline karar verilmiştir. Amaç meşru bile olsa ,düzenlemeler keyfi girişimleri engellemeyecek şekilde ise, yine de ihlal kabul edilmektedir. Örneğin 02.08.1984 tarihli Malone-İngiltere davasında, çalıntı mal satın alma suçundan yargılanan kişinin telefonlarının dinlendiği, mektuplarının açıldığı iddiasıyla yaptığı başvuruda, iç hukukun bu konuyu güvence altına alacak nitelikte olmaması sebebiyle ihlal kararı verilmiş olup, 26.04.1985 tarihinde ise dostane çözüm sebebiyle davanın düşmesine karar verilmiştir. Bu karardan sonra ise kararın iç hukuka etkisi Bakanlar Komitesinin 11.04.1986 tarihli kararında; haberleşmelerin izlenmesinin her iki meclis tarafından kabul edildiği, 25 Temmuz 1985 te kraliyet tarafından onaylandığı ve yasanın 10 Nisan 1986 tarihide yürürlüğe girdiği belirtilmiştir. Yine bu karardan; haberleşmenin izlenmesi ile ilgili İngiliz mevzuatının A.İ.H.M. Tarafından yorumlandığı şekliyle sözleşmeye uygun hale geldiği, haberleşmeyi düzenleyen ayrıntılı bir çerçeve çizildiği, kanuni izleme sebeplerinin yasada açıkça gösterilip, yasaya uymayan izlemelerin suç haline getirildiğini öğreniyoruz. Buradan da A.İ.H.S. ve A.İ.H.M. kararlarının netice olarak kanun koyucuyu bile etkilediği-yönlendirdiği sonucu çıkmaktadır.
Burada iç hukuktan bir örnek vermek gerekirse; Bazı Yargıtay üyeleri hakkında kamu oyuna da yansıyan bir soruşturma sonunda dinleme iznine dahil olmayan ancak “dinlemeye takılan” Yargıtay üyeleriyle ilgili bazı isnatlara rağmen Yargıtay 1.Başkanlık Kurulu, 29.06.2004 tarihli kararla soruşturma izni vermemiştir. Komu oyuna yansıdığı kadarıyla da gerekçe olarak; dinleme izninin bu hâkimler hakkında bulunmadığı, yasak yöntemle elde edilen bulguların kanıt sayılamayacağı, özel hayat ve aile yaşamının gizliliği vurgulanmıştır.
Bu değerlendirmeler uzun vadede özel hayatı güvenceye alan doğru değerlendirmeler olmakla birlikte, Başkanlık Kurulunun bu karardaki kimliği ile bağdaşır mı? tartışma götürür. Çünkü Bankanlar Kurulu burada, eski tabirle “Memur’un Muhakematı” müessesesi içinde idari bir görev yapmaktadır. Tüm diğer organlar gibi (il-ilçe idare kurulları, Valiler-Kaymakamlar-Bölge İdare Mahkemesi-Danıştay ilgili Dairesi v.b.) buradaki görevi suçu tespit etmek, yargılama usulü yerleştirmek, suçu subuta erdirmek v.s. olmamalı. Çünkü muhakemat müessesesinin varlık sebebi suçluyu bulup yargılamak değil, zanlıların yargılanmasında kamu yararı bulunup bulunmadığına karar vermektir. Dolayısıyla Başkanlık Kurulu da burada olaya sadece bu yönden bakıp “yargılansınlar veya yargılanmasınlar” demeliydi. Yargılansınlar dedikten sonra, delillerin toplanma usulünü, suçun oluşup oluşmadığını, özel hayatın ihlalini yargı görevi olan yargıç takdir etmeliydi. Başkanlık Kurulu Üyelerinin hepsi de yargıçtır hem de en üst düzeyde, temayüz etmiş yargıçtır diyemez miyiz? Hayır diyemeyiz: Çünkü kurulu oluşturanların hapsi Yüksek Yargıç bile olsa, kurul yargı organı olmadığından kararları da yargı kararı değildir. Bu sebeple Kurulun tespit ettiği ilkeleri, yeni atanmış bile olsa yargı görevi yapan bir yargıcın tespit etmesi müessesenin ve yasanın gereğidir. Bu sebeple bu karar, neticesi itibariyle doğru olmakla birlikte, konumu itibariyle tartışmalıdır.
III-HAKKIN SINIRLANDIRILMA UNSURLARI:
A- SINIRLANDIRILMA HALLERİ :
Sözleşmede güvence altına alınan hakların kapsama alanları her ne kadar tanımsız ve sınırsız bırakılmışsa da, bu durum, hakların sınırsız kullanılabileceği veya hiç bir sınırlamaya tabi olmayacağı şeklinde düşünülmemelidir. Nitekim, bazı maddeler ilk fıkralarında hakkı düzenlerken hemen müteakip fıkra veya fıkralarda bu hakların meşru sayılacak sınırlandırılma halleri düzenlenmiştir. Bu bağlamda, özellikle 8, 9, 10 ve 11.maddeler kalıp olarak birbirinin aynıdır. Bu maddelerin hepsinde de 1.fıkrada koruma altına alınan hak düzenlenmiş olup, 2.fıkrada bu hakka müdahalenin meşru sayılacağı haller sayılmaktadır. Sınırlama kalıpları da hemen hemen dört.maddede de aynıdır.
Bunun yanında 15.maddede genel olarak sözleşmedeki hakların olağanüstü hallerde askıya alınma şartları, 17.maddede hakların kötüye kullanılması hali, 18.maddede de, hakların kısıtlanmasının sınırları ile ilgili düzenleme yapılmış olup bu düzenlemeler ile de tüm maddelerdeki haklarla ilgili sınırlamaların sınırları çizilmiştir.
Bu sınırlamalar incelenirken hakkın asıl, sınırlamanın ise istisna olduğu gözönüne alınmalıdır. Ayrıca hakların düzenleniş şeklinin tersine, sınırlamalar yapılırken, çok açık ve genişletme olanağı olmayacak şekilde sayılarak yapılmıştır. Bu açıklamalar ışığında 8.maddenin 2.fıkrasındaki sınırlandırma halleri ele alınacak olursa;
1-ULUSAL GÜVENLİK:
Ana ilke olarak herkes 8.maddenin düzenlediği haklara sahiptir. Bu hakların sınırlandırılabileceği durumlardan birisi ulusal güvenliktir. Yukarıda da belirlendiği gibi ulusal güvenlik sebebiyle de olsa hakkın sınırlandırılması istisnayı oluşturmakta olup, mümkün olduğunca dar yorumlanmalıdır.Ulusal güvenlik gerekçesini belli kalıplar içinde tutmak için fıkranın kendi içinde sınırlamanın ana sınırları da çizilmiştir.
Sınırlamanın sınırları aşağıda ayrı bir bend halinde incelenecek olup, mahkemenin sınırlamanın meşruluğu denetimi yaparken kullandığı ölçütler, inceleyecek olduğumuz tüm sınırlama halleri için ortak unsurlardır. Başka bir ifade ile; her bir sınırlama durumunda, bu ölçülere göre sınırlamanın meşru sınırlarda yapılıp yapılmadığına karar verilir.
Ulusal Güvenlik kavramına bazen ülkede bulunan yabancı güçlerin güvenliği de girebilmektedir. Örneğin 06.09.1978 tarihli Class ve diğerleri Almanya davasında; Alman vatandaşı iki avukat bir savcı ve bir yargıç, haberleşme özgürlüğüne müdahaleye cevaz veren ve kısaca (G-10) diye anılan yasanın sözleşmeye aykırı olduğundan bahisle başvurmuştur. Mahkeme, yasanın müdahale amaçları arasındaki “müttefik silahlı kuvvetlerin güvenliğini” de ulusal güvenlik kavramı içinde değerlendirmiş ve”G-10’un amacının aslında; 8/2.maddedeki ulusal güvenliği korumak ve/veya suçu ve düzensizliği önlemek olduğunu tespit etmiştir” Mahkeme kararında, sınırlandırmanın ulusal güvenlik anlamında meşru amaç içinde kaldığını tespit edip incelemeyi daha ziyade, demokratik toplum için gerekli ölçüde müdahale olup olamadığı yönünde yoğunlaştırmış ve bu yönden 8.maddeye aykırılık bulmamıştır.
2-KAMU EMNİYET:
Bu,bir önceki istisna ile birlikte düşünülebilecek bir istisna halidir. Burada da kişi özgürlüğü ile kamu yararı-emniyeti arasında denge kurulmaya çalışmalıdır. Örneğin;19.02.1998 tarihli Dalia-Fransa davasında, Fransa’da yaşan ailesine 17 yaşında katılan ve fransız vatandaşı olan kişinin uyuşturucu suçundan mahkumiyeti sebebiyle süresiz sınırdışı edilmiştir.
Bununla ilgili başvuruda Mahkeme, suçun eroin ticareti olmasını ve uyuşturucunun insanlar üzerindeki mahvedici özelliğini gözönüne alarak, kamu yararını-emniyetini öne çıkarmış ve sınırlamayı meşru bulmuştur.
3-ÜLKENİN EKONOMİK REFAHI:
Bu gerekçe hakların sınırlandırılmasında en çok istismar edilebilecek niteliktedir. Çünkü en küçüğünden en büyüğüne tüm ekonomik faaliyetler ülkenin ekonomik refahıyla ilişkilendirilebilir. Örneğin 25.02.1993 tarihli Funke-Fransa davasında, Maliye memurlarının başvuruda bulunduğuna inandığı belgeleri ibraz etmemesi nedeniyle para cezası verilmesi sonucu yapılan başvuruda mahkeme, 8.maddenin konuta saygı hakkı yönünden ihlal edildiğine karar vermiştir. Yine 25.02.1993 tarihli Cremiceux-Fransa kararında kambiyo mevzuatına aykırı hareket eden şirket müdürü hakkında açılan hazırlık soruşturması sırasında gümrük memurları tarafından başvurucunun işyerinde ve evinde arama yapılmasında 8.maddedeki konuta saygı hakkının ihlaline karar verilmiştir.
4-DİRLİK VE DÜZENİN KORUNMASI:
Bu kavramda sınırları tanımsız müphem bir kavram olup mahkeme içtihatlarıyla tanımlanabilecek bir kavramdır.
Örneğin 25.04.1996 tarihli Baughanemi-Fransa davasında, ailesi ve evlilik dışı çocuğu ile Fransa’da yaşan Tunus Vatandaşı başvurucunun kadın ticareti yapmaktan 4 yıla mahkum olduktan sonra Tunus’a geri gönderilmesinde, 8.maddenin ihlal edilmediğine karar verilmiştir. Burada beyaz kadın ticaretinin niteliği-dirlik ve düzeni bozucu boyutu dikkate alınarak 8.maddedeki özel ve aile yaşamına saygı hakkının kısıtlanması için meşru sebep sayılmıştır.
Bunun yanında 16.12.1992 tarihli Niemetz-Almanya davasında;hakim’e fax ile hakaret suçunun soruşturması sırasında,avukat bürosunda arama yapılması ve delil bulunamaması sonucu, 8. maddede düzenlenen, konuta saygı hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir.Suçun niteliği göz önüne alınınca,8.maddedeki hakların kısıtlanması için dirlik ve düzenin korunması anlamında meşru sebep sayılmıştır.
5-SUÇ İŞLEMENİN ÖNLENMESİ:
Bu kısıtlama sebebi de net ve dar yorumlanmaması halinde bir çok müdahalede ileri sürülebilecek, hatta bahane olarak kullanılabilecek bir kavramdır. Bu istisnanın geniş tutulması halinde, potansiyel suç mahalleri veya suç zanlılarının varlığı ileri sürülerek özellikle haberleşme özgürlüğü sürekli kısıtlanabilir. Örneğin 25.03.1992 tarihli Campbell-İngiltere davasında; hükümlünün avukatına gönderdiği ve avukatından gelen mektupların açılıp okunmasında mahkeme 8.maddede düzenlenen haberleşme hakkına saygının ihlal edildiğine karar vermiştir. Kişinin hükümlü olması ve cezaevinde bulunması, suç işlenmesinin önlenmesi gerekçesini haklı kılmaya yetmemiştir.
6-SAĞLIĞIN VEYA AHLAKIN-BAŞKALARININ
HAK VE ZGÜRLÜKLERİNİN KORUNMASI:
Sağlığın korunması somuta indirgenebilecek bir kavram olmakla birlikte “ahlak” kavramının görece özelliği ve tanımının olanaksızlığı bu sınırlama sebebinin de kapsamını güçleştirmektedir. Bu konuda da mahkeme kararlarını takip yoluyla kavramı tanımlamak gerekmektedir.
Örneğin 19.02.1997 tarihli Caskey-faggarod ve Brown-İngiltere davasında; eşcinsellerin sadomazoşist ilişkilerini gösteren video kasetlerinin bulunmasının ardından 1,5 yıl ile 3 yıl arası hapis cezası almalarında özel yaşama saygı hakkının ihlal edilmediğine karar verilmiştir. Çok uç bir örnek olmakla birlikte buradan, ahlak dışı bir fiilin engellenmesinin 8.maddedeki haklar yönünden meşru bir sebep sayılabileceğini anlıyoruz.
Tam bu noktada sağlıkla ilgili olarak Mahkemeye intikal etmemekle birlikte aktüel bir örnek vererek yorumda bulunabilir sanıyorum. Örneğin: 2004 yılı içinde Erzurum’da yabancı bir hayat kadınında AİDS mikrobu tespit ediliyor ve defterinde de ilişkiye girdiği yüzlerce erkeğin isim listesi bulunuyor. Emniyet güçleri bu operasyon sonrası medyaya kadının görüntüsü ve kimliğini de verip haber yapılmasını sağlıyor. Burada kadının özel hayatına saygı hakkı ile toplum sağlığını dengeleyerek karar vermek gerekir. Kanımca AİDS mikrobunun, tehlikesi ve yayılma hızı, toplumumuzun bu konudaki bilinçsizliği ve cahilane cesareti işin içine girince, bu erkeklerin en azından suçsuz ve bir şeyden habersiz eşlerinin ve doğacak çocuklarının sağlığını korumak için hayat kadınının deşifre edilmesinde 8.maddenin ihlali sonucu çıkmayacaktır. Hayat kadınının deşifre edilmesi sadece onun özel hayatını bir nebze ihlal edecektir (üstelik yabancı ülkede olması sebebiyle bu hak fazla da yara almaz) ancak bu haberler üzerine muayene olan veya kendini kontrol eden yüzlerce erkek sebebiyle yüzlerce suçsuz kadının sağlık ve belki de hayatı kurtulacaktır.
Bu örnek sağlık sebebi yanında başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebebinin de örneğini oluşturmaktadır.
B-SINIRLAMANIN SINIRLARI (SINIRLAMANIN DENETİM ÖLÇÜTLERİ)
Mahkeme, önüne ihtilaf geldiğinde hakkın sınırlandırılmasının meşru olup olmadığını denetlerken bazı kriterler kullanmaktadır;
1-MÜDAHALE KAMU OTORİTESİNCE YAPILMALI:
Bu şart 8.maddenin 2.fıkrasının ilk cümlesinde yer almaktadır. Zaten AİHM de davanın karşı tarafı Devlet olabilmekte idi. Dolayısıyla ilk etapta müdahale, şahıslar-kurumlar arasında mı yoksa Devlet organlarınca mı yapılmış buna bakmak gerekir. Kamu otoritesinin müdahalesi pozitif yükümlülüğünü yerine getirmeme olabileceği gibi negatif yükümlülüğünün yerine getirilmemesi şeklinde de olabilir. Yine özel kişiler arası ilişki ve müdahalelerin tümü de sözleşme ve inceleme dışı değildir. Devlet bir hakla ilgili dıştan gelecek müdahaleyi önleyici tedbirler almayarak ta bu tür bir müdahalede taraf olabilir.
2-MÜDAHALE MEŞRU AMAÇLAR İÇİN YAPILMALI:
8.maddenin ilk fıkrasının hakları saydığını 2.fıkrasının ise bu haklara müdahale edilebilecek hallerin sayıldığını söylemiş ve bir önceki bendde de bu meşru sayılan halleri belirtmiştik. Müdahalenin meşru olup olmadığını belirlerken yukarıda sayılan sebeplerden-amaçlardan en az birisi için hareket edilmiş olmalıdır.
3-MÜDAHALE HALİ YASA İLE ÖNGÖRÜLMÜŞ OLMALI:
“Yasallık Koşulu” da denilen bu koşulun gerçekleşmesi için, müdahaleyi öngören hallerin yasa hükmü olarak öngörülmüş olması gerekir. Hatta kamu görevlilerine bu konuda takdir yetkisinin tanındığı durumlarda bile bu yetkinin sınırları yine yasa ile çizilmiş olmalı, Mahkeme yasallık ilkesini hukuka uygunluk olarak ta yorumlamaktadır. Örneğin 02.08.1984 tarihli Malone-İngiltere davasında; hukukun sadece yazılı hukuk demek olmadığı müdahalenin iç hukukta bir temeli olması gerektiği, hukukun yeterince anlaşılır ve ulaşılabilir olması gerektiği (anlaşılırlık konusunda bizim mevcut kanunlarımızın lafzı da dikkat çekicidir) ilkelerini Sunday Tımes kararına atıfta bulunarak vurgulamaktadır. Nitekim mahkeme, 1969 tarihli yasa uyarınca yapılan telefon dinlemede yasanın düzenleniş biçimi itibariyle yeterli görmemiş ve 8.maddenin ihlali saymıştır.
4-DEMOKRATİK TOPLUMDA GEREKLİ OLDUĞU ÖLÇÜDE YAPILMALI:
AİHS nin temel amacı zaten demokratik toplum yaratmaktır. Hal böyle olunca; temel değer Demokratik değerlerdir. Bu sebeple sınırlamaların amacı-şekli ne olursa olsun Demokratik toplumun sürekliliğini sağlama amacı için gerekli olan ölçüyü aşmamalıdır. Aksi takdirde geçici tedbir asıl amacı ihlal edip onun yerini alabilir. Buradaki gerekli ölçü: kabul edilebilir–hoşgörülebilir şeklinde algılanmalı.
Demokratik toplum ölçütleri, net ortaya konulabilecek, global sınırları çizilebilecek bir kavram gibi görünse de mahkeme, ülke ve toplum gerçeklerini gözönüne almıştır. Devletler bir nevi bu konuda mahkemenin takdir yetkisi içinde kendi koşullarına göre değerlendirilmiştir. Yinede bazı kararların da ana ilkeler belirlemiştir.
Bunları genel olarak; insan haklarına saygı,hukuk devleti, yasamada siyasal katılım ve çoğulculuk olarak sayabiliriz. (Pr.Dr.Ş.Gözübüyük-Prof.Dr.F.Gölçüklü AİHS ve uygulaması 4.Bası S.380)
Örneğin 25.11.1997 tarihli Zana-Türkiye davasında, PKK’ nın faaliyetlerini övmekten mahkum olan Zana’nın başvurusunda ölçülülük ilkesini; tam anlamıyla devletin Sahip olduğu özel koşullar ve takdir yetkisi çerçevesinde ele almıştır.
Anılan kararda; beyanatın, PKK’ nın saldırılarını tırmandırdığı zamana rastladığı, davacının hassas bir bölge olan Diyarbakır’ın eski belediye başkanı olduğu, PKK’ya verdiği destekle patlamak üzere olan bir bölgeyi daha vahim hale getirdiği hususları gözönüne alınmış ve bu şartlar altında verilen cezanın “sıkıştıran bir toplumsal ihtiyaca” makul bir karşılık teşkil ettiği” görüşüyle müdahalenin güdülen meşru amaçla orantılı olduğu sonucuna varmıştır. Buna karşın 09.06.1998 tarihli İncal-/Türkiye kararında, bildirinin İzmirde dağıtılmış olması, hitap ettiği kitlenin potansiyel tehlike oluşturmaması gözününe alınarak müdahalenin “demokratik toplumda sıkıştıran ihtiyaçla” orantılı olmadığı kararına varmıştır.
Buradan da anlaşıldığı üzere mahkeme “gerekli” tabirini “sıkıştıran bir toplumsal ihtiyaç” olarak tanımlamaktadır. Bu gerekliliğin ölçü ve şeklini belirlemek ise ulusal mercilere aittir. Mahkeme 06.09.1978 tarihli Klass ve Diğerleri Almanya kararında, Almanya’da yürürlükte olan, haberleşmeye müdahaleyi içeren G-10 diye bilinen yasayı değerlendirirken ulusal yasama organının takdir yetkisine sahip olduğunu, mahkemenin, ulusal merciin değerlendirmesinin daha iyi alternatifini getirmeyi amaçlamadığı, ancak buna rağmen Devletin takdir yetkisinin sınırsız olmadığı, Demokrasiyi koruyayım derken onu zayıflatabilecek hatta tahrip edecek böyle bir yasa ile casusluk ve terörizmle mücadele adına uygun gördüğü her türlü önlemi alamayacağını ifade ederek, ulusal mercilerinin, takdir hakkının sınırlarını çizmiştir. Bahsi geçen kararda ifade edilen ilkelerin en çarpıcı boyutu; yasama da dahil olmak üzere egemenlik hakkının, mahkemenin sözleşmeyi yorum şekliyle sınırlı olduğudur. Bu da AİHS nin aslında uluslararası bir Anayasa ve A.İ.H.M.’de uluslararası bir Anayasa Mahkemesi ve İdari Yargı benzeri denetim organı olduğu sonucuna götürmektedir. Bu sonuç, milli egemenlik kavramıyla bağdaşır-bağdaşmaz tartışmasına gebe olmakla birlikte, hangi sonuç benimsenirse benimsensin şurası muhakkaktır ki bu gün itibariyle bu sonuç Türkiye’nin geri dönülmez bir gerçeğidir.
IV.AİHS 8.MADDESİNDEDÜZENLENEN
HAKLARIN İÇ HUKUKTAKİ KARŞILIĞI:
AİHS 8.maddesinde Düzenlenen Haklar;
1-Özel Hayat
2-Aile Hayatı
3-Konut Dokunulmazlığı
4-Özel Haberleşme hakları olarak sayılmaktadır.
Bu hakların iç hukukta düzenleniş şekline bakarken en üst norm olan Anayasadan başlamak gerekirse:
1-ÖZEL HAYAT VE AİLE HAYATI:
AİHS 8.maddedeki haklardan özel hayat ve aile hayatına saygı gösterilmesi hakkının karşılığı Anayasanın 20.maddesinde yerini bulmaktadır. Anayasanın 20.maddesinin başladığı bend üç maddelik bir bend olup:”IV.Özel Hayatın gizliliği ve korunması” başlığı altında 20, 21 ve 22.maddeleri kapsamaktadır. 22.maddenin başlığı her ne kadar “Özel hayatın gizliliği” şeklinde ise de, madde aile hayatının gizliliğini de içermektedir. Maddenin 1.Fıkrasının ilk cümlesinin lafzı da AİHS 8.madde ile aynı olup, 2.fıkrada da yine AİHS 8.maddenin 2.fıkrasındaki ölçütlere uygun sınırlamalar getirilmiştir. Hatta sözleşmede hakim onayı öngörülmemesine rağmen Anayasada, hakim kararı olmadıkça bu hakların kısıtlanamayacağı ve yetkili merciin zaruret halinde verdiği kararın 24 saat içinde hakim onayına sunulacağı ve hakimin 48 saat içinde kararı açıklamaması halinde yetkili merci kararının kalkacağı düzenlenmiştir. Bu haliyle Anayasanın AİHS den daha ileri düzeyde güvence getirdiği söylenebilirse de esas olanın uygulama şekli olduğu unutulmamalıdır.
2-KONUT DOKUNULMAZLIĞI:
Sözleşme, hakları ifade ederken “… saygı gösterilmesi hakkına sahiptir” şeklinde ifade etmekte idi, konutla ilgili hak da bu şekilde ifade edilmiştir. Ancak mahkemenin buradaki “ saygı gösterilmesi” ifadesini “ dokunulmama” olarak algıladığını tekrarlamak gerekir. Nitekim Anayasanın 21.maddesinde de konut dokunulmazlığı başlığı altında maddenin ilk cümlesi “kimsenin konutuna dokunulamaz” şeklinde amir ve kesin bir ifade yer almıştır. Maddenin devamında yine önceki maddede olduğu gibi bu hakkın sınırlanabileceği haller sayılırken sözleşmenin 8.maddesinin 2.fıkrasında sayılan sınırlandırmama hallerine yer verilmiştir. Ancak hemen şunu belirtelim ki, incelemekte olduğumuz her üç Anayasa maddesinde de (20, 21, 22.maddeler) bu istisnalar sayılırken sözleşmede bulunan: “Ülkenin ekonomik refahı “ile” Demokratik bir toplumda zorunlu olan ölçüde” ilkelerine yer verilmemiştir. Ancak sözleşmenin lafzında almayan hâkim kararı ve hâkim onayına yer verilmiştir.
3-HABERLEŞME HÜRRİYETİ:
AİHS nin 8.maddesinde bu hak da diğerleri gibi “… saygı gösterilmesi hakkına sahiptir” şeklinde düzenlenmiştir.
Bu hak Anayasanın 22.maddesinde Haberleşme Hürriyeti başlığı altında düzenlenmiş olup, ilk fıkrasında “herkes haberleşme hürriyetine sahiptir” denilerek hakkın mutlaklığı kesin bir ifade ile vurgulanmıştır. Önceki İki maddede olduğu gibi burada da 2.fıkrada bu hakkın sınırlanma halleri ve şekli düzenlenmiştir. Hakkın sınırlandırılma halleri düzenlenirken yine AİHS ne uygun hareket edilmeye çalışılmıştır. Bu maddede de; sınırlama hallerinden “ülkenin ekonomik refahı” ile “demokratik bir toplumda zorunlu olan ölçüde” ilkelerine yer verilmemiş olup sözleşmenin lafzında olmayan hakim izni ve hakim onayı’na yer verilmiştir.
Yukarıda anılan maddeler AİHS nin 8.maddesinde düzenlenen hakların, iç hukukta Anayasal düzeyde güvenceye alınmış şeklidir. Hemen belirtelim ki her üç madde de 03.10.2001 gün ve 4709 sayılı Yasanın 5, 6 ve 7.maddeleri ile değişmiş ve düzenlenmiş halidir. Bu düzenlemeler normlar hiyerarşisinin en tepesindeki kurallar olup, piramidin altında yer alan yasal ve diğer genel düzenleyici işlemlerin, bu maddelerle uyumsuz olanlarının değiştirilmesi ve bundan sonra çıkarılacakların da bu maddelere uygun olması gerekmektedir.
Yukarıdaki açıklamalar ışığında şunu da hatırlamak gerekir ki, anılan düzenlemelerin lafsının AİHS hükümleriyle paralel olması tek başına sözleşmeye uygunluk sonucunu doğurmamaktadır. Önemli olan Mahkemenin bu normların ve bunlara uygun olarak çıkarılacak alt normların ve de en önemlisi bu normların uygulamaya geçiriliş şeklinin mahkemece, sözleşmenin ruhuna uygun bulunmasıdır.
V-SONUÇ:
AİHS Türkiye’nin taraf olduğu egemenlik hakkından gönüllü feragat ettiği Uluslararası bir üst norm olup AİHM de bu norm uygulayıcısı-denetleyicisi olup, yasama, yürütme, yargı olarak tüm Devlet hayatımızı kapsamaktadır. Bu bağlamda Anayasal ve yasal tüm düzenlemelerimizin, AİHS maddeleri ve bu maddelere mahkemenin verdiği anlam doğrultusunda olması gerekmektedir. Nitekim konu başlığımız olan AİHS 8.maddedeki haklar Anayasamızın 20, 21, 22.maddelerinde sözleşmeye paralel düzenlenmiş olup, bu düzenleme doğrultusunda alt normlar da değiştirilmektedir. Buna rağmen, bu normlar ne kadar ideal olursa olsun uygulayıcıların AİHS ve mahkeme kararlarının ruhunu kavrayarak hareket etmemeleri halinde düzenlemeler sadece kurallar yumağı olarak kalacaktır.
OSMAN ERMUMCU
1.İDARE MAHKEMESİ BAŞKANI
32699-KONYA
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
1-Prof.Dr.Ş.Gözübüyük-Prof.Dr.F.Gölcüklü
A.İ.H.S. ve Uygulaması-Turhan Kitabevi-2003 ANKARA
2-Prof.Dr.D.Tezcan-Yrd.Doç.Dr.M.R.Erdem
Yrd.Doç.Dr.O.Sancaktar- A.İ.H.S. ve uygulaması
Adalet Bakanlığı-2004 ANKARA
3-Prof.Dr.Ş.Gözübüyük-Anayasa Hukuku-
Turhan Kitabevi 2003 ANKARA
4-Ergun Ergul-A.İ.H.M.İçtihatları
Adalet Bakanlığı 2003 ANKARA
5-A.İ.H.M. El Kitapları
Adalet Bakanlığı-2004 ANKARA
Devamını Oku4483 SK.DA KARARLARIN KESİNLİĞİ
NOT:Bu makale TÜRK HUKUK ENSTİTÜSÜ DERGİSİ nin 120.sayısında ve
MAHALLİ İDARELER DERGİSİ nin 196. sayısında yayımlanmıştır
MEMURUN MUHAKEMATINDA (4483) KARARLARIN KESİNLİĞİ
- GİRİŞ VE AMAÇ
- MEMUR YARGILAMASININ (4483) HUKUKİ NİTELİĞİ
- a) KARAR MERCİİNE KADARKİ SAFHA
- b) İTİRAZ MERCİİ SAFHASI
- HUKUKUMUZDA KARARLARIN KESİNLİĞİ
- KARARLARIN KESİNLİĞİNİN ANAYASA VE HUKUKA UYGUNMU
- SONUÇ VE ÖNERİ
-1-
1) GİRİŞ VE AMAÇ :
Memurların yargılanma usulünü düzenleyen 4483 sayılı yasa pek çok usulü eksiklikler içermekte olup, anılan eksiklikler mahkeme kararlarıyla doldurulmaya çalışılmaktadır. Bu konuda da malesef çok başlılık olduğundan uygulama birliği oluşamamaktadır. Çünkü, bu konuda Danıştay 1. Dairesi, 27 tane Bölge İdare Mahkemeleri ve Yargıtay Ceza dairelerince birbirinden farklı kararlar verilebilmekte olup, bu farklılıkları giderecek bir mekanizma bulunmamaktadır. Örneğin aynı yargı kolunda olmasına rağmen, Bölge İdare Mahkemelerinin birbirleriyle veya Danıştay 1. Dairesi ile çelişen kararların düzeltme olanağı dahi bulunmamaktadır. Hatta kararların kesinliği sebebiyle Danıştay 1. dairesinin veya bir Bölge İdare Mahkemesinin kendi hatalı kararını dahi düzeltme olanağı bulunmamaktadır. Görev esnasında hatalı bilgi belgeye dayalı kararların verilmesi bilinen mesleki kazalar olup, usul yasalarında bunun telafisi için mekanizmalar geliştirilmiştir. (İtiraz, temyiz,karar düzeltme, kanun yararına bozma gibi) oysa 4483 sayılı yasada ve bazı itiraza tabi idari ceza öngören yasalarda bu mekanizmaya yer verilmeyip kararların kesin olduğu hükme bağlanmıştır.
Bu hüküm sebebiyle çok bariz hatalı kararların kesinleşip infaz edildiği hem bizzat gözlemlenmiş hem meslektaşlardan duyulmuştur.
Gerek bu hataların oluşum sürecinin aydınlatılması gerek çözüm önerisi getirilerek hukuk kamuoyunun konuya dikkatinin çekilmesi amaçlanmıştır.
2)MEMUR YARGILAMASININ (4483) HUKUKİ NİTELİĞİ :
4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun kamu görevlilerinin görevleri sebebiyle işledikleri suçlardan yargılanma usulünü düzenlemektedir. Burada kastedilen yargılanma cezai yönden olup, yargılanma öncesi uygulanan bu prosedür, ceza hukukunun bir parçası mıdır disiplin hukukunun (idare hukukunun ) bir parçası mıdır hususu tartışmalıdır. İhbar ve şikayet faslından savcılığa intikal ettiği ana kadarki safhayı genel olarak ikiye ayırıp, ceza hukuku ile idare hukukunun karması bir sistem olduğu söylenebilir.
- a) KARAR MERCİİNE KADARKİ SAFHA :
Bu safhada, ihbar ve şikayetlerin değerlendirilmesi soruşturmacı atanması, soruşturma usulü ve raporun karar merciine sunulup karar verilme usul ve şekli düzenlenmiştir ve tamamı idari niteliktedir. Örneğin bu safhada görev alanların tümü idari hiyerarşi içinde yer almakta olup karar merciinin sistem dışında verdiği bazı kararların (işleme koymama, karar vermeme, arşive kaldırma gibi) idari davaya konu olacağına dair Danıştay kararları mevcuttur. (Danıştay 1. Daire 28.03.2006 gün ve E:2006/7 K:2006/217)
Bu kararlar tartışmalı olup, muhakemat prosedürüne tabi olan bir konuda idari yargı usulünün işletilemeyeceğinin düşünmekle birlikte bu sonuç ta 4483 sayılı yasanın yetersizliğinden ortaya çıkan zorunlu bir neticedir. Çünki yasa, bir çok zorunlu usul hükmüne yer vermeyip, genel yargılama usulü yasalarına da gönderme yapmamaktadır.
b)İTİRAZ MERCİİ SAFHASI :
Yasanın 9. maddesinde, kararın niteliğine göre itiraz mercii olarak Danıştay ve Bölge İdare Mahkemeleri öngörülmüştür. Her iki kurum da; Anayasada kaynağı olan idari yargı kolu içinde yer alan, mensupları hakim güvencesine sahip, meslekten hakimlerden
-2-
oluşan yargı yerleridir. Dolayısıyla, bu safhanın tartışmasız yargı prosedürüne tabi safha olarak kabulü gerekmektedir.
Yasanın 9/4. maddesi, itiraz üzerine karar verme usulünü tarif ettikten sonra, “itiraz üzerine verilen kararlar kesindir” hükmüne yer vermiştir. İşte bu noktada, tartışmasız yargı organı olan Danıştay ve Bölge İdare Mahkemelerinin, bu yasa uygulamasındaki sıfatlarının ne olduğunun netleştirilmesi gerekmektedir. Doğal sıfatları olan mahkeme sıfatları ile mi görev yapmaktadırlar? Yoksa mahkeme oluşumunu koruyarak özel bir sıfatla; itiraz mercii sıfatıyla mı görev yapmaktadırlar? Bu husus ayrı bir yazı ve tartışma konusu olmakla birlikte, esas konunun izahına yardımcı olması için kısaca değinmekte fayda bulunmaktadır.
4483 sayılı yasadan önce yürürlükte olan 1913 tarihli muvakkat kanunda; karar ve itiraz mercii ağırlık olarak idari mekanizma içinde yer almakta idi. (Danıştay’la birlikte il ve ilçe idare kurulları) Bu sistem, ağırlıklı olarak idari mekanizmaya dayanıp suçlananların bazen lehine bazen aleyhine kullanılmaya müsait olduğundan 4483 sayılı yasa ile itiraz mercii olarak tamamen yargı yerleri belirlenerek bu mahsur aşılmak istenmiştir. İtiraz merci olarak Danıştay ve Bölge İdare Mahkemelerinin belirlenmesinin asıl hikmeti; bağımsız yargı organı olmalarıdır. 4483 sayılı yasada, “Danıştay ve Bölge İdare Mahkemesi” sıfatları aynen korunmuş ve bu konuda karar verirken heyet teşekkülü ve karar verme şekilleri yönünden özel bir düzenlemeye yer verilmemiştir.
Hal böyle olunca, Danıştay ve Bölge İdare Mahkemelerinin 4483 sayılı yasa uygulanmasında mahkeme sıfatıyla hareket etmediğini söylemek olanaklı değildir. Yasada “İtiraz” kelimesinin kullanılmış olması da bu iki kurumun mahkeme sıfatını ortadan kaldırmaz. Çünki pek çok yasada para cezalarına karşı “………idare mahkemesine itiraz edilir.” Hükmü mevcut olup, burada itiraz dava olarak kabul edilmekte ve idare mahkemesinin mahkeme sıfatı ortadan kalkmamaktadır.
Bizim görüşümüz bu olmakla birlikte, Anayasa Mahkemesi bunun aksine bir karar vermiştir. Mahkememiz, 4483 sayılı yasa uyarınca verdiği ve “itirazın süre yönünden reddine” dair bir kararında (haklı olarak ) karar düzeltme istenmiş olup, “itiraz üzerine verilen kararlar kesindir” hükmünü bu talep üzerine Anayasa Mahkemesine götürülmüştür. (Malatya Bölge İdare Mahkemesinin 15.11.2006 gün E:2006/146 sayılı kararı)
Anılan müracaatımız AYM’nin 27.12.2006 gün ve E:2006/163 K:2006/121 sayılı kararı ile “yetki yönünden” reddedilmiştir. Henüz gerekçeli karar gelmemiş olmakla birlikte anılan gerekçenin “4483 sayılı yasada Bölge İdare Mahkemesi”nin karar verirken mahkeme sıfatıyla değil, itiraz mercii sıfatıyla hareket ettiği, Anayasa gereği AYM’ne mahkeme sıfatıyla görev yaparken itiraz edilebileceği” şeklinde olduğu haricen öğrenilmiştir. Bu karar, yukarıda da açıklandığı üzere tartışılır olup, muhakemat prosedüründe tıkanıklığa yol açacaktır. Çünkü bu durumda, 4483 sayılı yasanın aksayan ve Anayasaya aykırı olan hiçbir hükmü itirazen AYM’ne götürülmeyecektir. Ceza Mahkemelerinin götürebildiği maddeleri ise, uyguladıkları yasa hükümleriyle sınırlı olacaktır. Danıştay ve Bölge İdare Mahkemesi tarafından kusurlu veya kusursuz, şu veya bu sebeple yapılan hataların ve hatalı kararların düzeltilmesi olanağı olmayıp, haksız uygulamalar göz göre göre kesinleşecektir. Nitekim, AYM’ne müracaat ettiğimiz ihtilafta, mahkememiz idarece sunulan belgelerden hareketle itirazı süre yönünden reddetmiş, bilahare suçlanan; “valiliğe 10. gün müracaat ettiğini valinin havaleyi 11. gün yapması sebebiyle itirazının süresinde görülmediğini” delillendirmiştir. Bu delil durumuna göre itiraz süresinde olup kararımızın düzeltilmesi gerekirken, buna cevaz vermeyen 9. madde AYM’ne götürülmüştür. AYM’ce müracaatımızın yetki yönünden reddi sonucu, hatalı kararın düzeltilme olanağı kalmamıştır.
-3-
2) HUKUKUMUZDA KARARLARIN KESİNLİĞİ:
Hukukumuzda pek çok kanunda, işlemlere karşı mahkemelere itiraz yolu düzenlenmiş ve “itiraz üzerine verilen kararların kesin” olduğu hükmüne yer verilmiştir. (4854 SK. 5. Maddesi ile pek çok kanunda değişiklik yapılarak, kararların kesin olduğu hükmü ilave edilmiştir.)
Bu kanunların bazıları şunlardır:
-Telgraf ve Telefon Kanunu 28. Md.
-Sıcak ve soğuk maden sularının istismarı ile Kaplıcalar tesisatı hakkında Kanunun ek 2. Md.
-Ecza Ticarethaneleri ile sanat ve Ziraat İşlerine kullanılan zehirli ve Müessir Kimyevi maddelerin satıldığı Dükkanlara Mahsus Kanunun 21. Md.
-Tababet ve Şuabatı Sanatların Tarzı İcrasına Dair Kanunun 70. Md.
-İspençiyarı ve Tıbbi Müstehzarlar Kanunun 20. Md.
-Umumi Hıfzısıhha Kanunun 294. Md.
– Hususi Hastaneler Kanunun 45. Md.
-Basma Yazı ve Resimleri Derleme Kanununun 10. Md.
-Pamuk Islahı Kanununun 7. Md.
-Radyoloji, Radiyocu, ve Elektrikle Tedavi ve Diğer Fizyoterapi Müesseseleri Hakkında Kanunun 14. Md.
-Milli Piyango Teşkilatına Dair Kanunun 13. Md.
-Gözlükçülük Hakkında Kanunun 16. Md.
-Posta Kanunun 59. Md.
-Yabancıların Türkiye de İkamet ve Seyahatleri Hakkında Kanunun 24. Md.
-Türk Tabipler Birliği Kanunun ek 1. Md.
-Eczacılar ve Eczaneler Hakkında Kanunun 45. Md.
-Veteriner Hekimliği Mesleğinin İcrası ………… Kanunun 72. Md.
-Hemşirelik Kanunun 11. Md.
Bu sayılanlar dışında tespit ettiğimiz ancak konuyu dağıtmamak için yazmadığımız 22 kanunda daha bu hükme yer verilmiştir.
İtiraz üzerine yargı yerlerince verilen kararların kesinliği ilkesinin sadece idari yargı görev alanıyla ilgili olmayıp, sulh ceza mahkemelerinin görev alanıyla ilgili bazı hallerde de benzer ilkeye yer verildiği bilinmektedir. (Örneğin 1608 sayılı yasanın 4. Md. 2918 sayılı yasanın 114 ve 115 maddeleri, 3194 sayılı yasanın 42. maddesi ile 506 sayılı yasanın 140. maddesinin AYM’nin iptalinden önceki hali)
Bu anlatılanlar sonucu, özellikle son 4-5. yılda getirilen değişikliklerle, İtiraz üzerine mahkemelerce verilen kararların kesin olması ilkesinin (basit cezalarda) yaygınlaştırıldığını tespit ediyoruz. Bu anlatılanlardan çıkarılması gereken bir başka sonuç ise; bir mahkemenin bir işleme itirazen bakması, dava yerine itiraz tabirinin kullanması ve verdiği kararın kesin olması; mahkeme sıfatını ortana kaldırmamaktadır. Bu sebeple Danıştay ve Bölge İdare Mahkemeleri 4483 sayılı yasa uyarınca verilen kararlara itirazen bakarken mahkeme sıfatların koruyarak bakmakta olup, AYM’nin yukarıda anılan kararının hukuka uygun olmadığı soncu çıkmaktadır.
3)KARARLARIN KESİNLİĞİNİN ANAYASA VE HUKUKA UYGUNLUĞU :
Yukarıda da belirtildiği üzere “kararların kesinliği “ sadece 4483 sayılı yasada değil, idare mahkemeleri ve sulh ceza mahkemelerinin görev alanlarına giren pek çok konuda da geçerlidir. Bu sebeple, mahkeme kararlarının kesinliğinin özelde 4483 sayılı yasa genelde de kısaca adli ve idari yargıda Anayasa ve hukuka uygunluk yönünden değerlendirmek gerekir.
-4-
Anayasanın 2. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir” hükmüne yer verilmektedir. Hukuk Devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adaletli bir hukuk düzeni kuran ve bunu sürdürmekte kendini yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan Devlettir. Hukuk devleti ilkesi, Devletin tüm organlarının üstünde hukukun mutlak egemenliğinin bulunmasını, yasa koyucunun da her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile kendisini bağlı saymasını gerektirir. Bu bağlamda Yasa koyucunun yasal düzenlemeler yaparken ki takdiri, sınırsız ve keyfi olmayıp, Hukuk Devleti ilkeleriyle sınırlıdır.
Hukuk Devletinin unsurları doktirinde belirlenmiş olup, bunlardan, konuyla ilgili olan bir tanesi “Hukuki Güvenlik” ilkesidir. (Doç.Dr.Bahtiyar Akyıldız İdare Hukuku 2003) Hukuki güvenlik, Devlet faaliyetlerinin önceden tahmin edilebilir, öngörülebilir olmasını gerektirir. Bu sebeble Devlet faaliyetleri önceden hukuk kuralarıyla düzenlenmeli ve mümkün olduğunca “hukuki istikrar” sağlanmalıdır.
Bu ilkenin bir anlam kazanabilmesi için, o ülkede egemen olan hukukun yönetilenlere, devlete karşı da hukuk güvenliği sağlaması boyutunun da gerçekleşmesi gerektiği tartışmasızdır. Böylelikle devlet, toplum yaşamını düzenlerken ortaya koyduğu, kişilerde tam bir güven duygusu yaratacak, onlara hukuk kurallarının tam anlamıyla geçerdi olduğu ve toplumun bütün unsurlarıyla birlikte uyum içinde yürüdüğünü gösteren bir güven ortamı tesis edecektir. (Danıştay 11.Dairesinin 12.06.1995 gün ve E:1995/1838, K:1995/1861)
Bunun yanında Anayasanın 36.maddesinde; “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercilerinde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.
Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.” hükmüne yer verilmiştir.
Anayasa da hak arama hürriyeti olarak adlandırılan bu hakkın kapsamı, muhakkak ki, sadece, mahkemelere başvurma hakkından ibaret olmayıp “adil yargılama hakkı”nı da kapsamaktadır.
Adil yargılanma hakkı ise; kişilerin sadece mahkemelere başvurabilme hakkından ibaret olmayıp, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde hakkaniyete uygun olarak görülmesini isteme hakkını da kapsamaktadır. Nitekim bu hak, Anayasamızın 90. maddesi delaletiyle iç hukukumuzun bir parçası sayılan İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6. maddesinde de düzenlenmiş bulunmaktadır. Anayasa Mahkemesinin de referans norm olarak zaman zaman yer verdiği sözleşmenin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından da genişletici şekilde yorumlandığı bilinmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 1970 tarihli Delcourt-Belçika kararında “sözleşme anlamında demokratik bir toplumda, yargının iyi işlemesi öyle bir yer işgal ederki; 6/1. maddenin dar yorumu bu hükmün amaç ve konusuna uygun düşmez” gerekçesine yer vermiştir.
Bu bağlamda Anayasamızın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının da, genişletici yoruma tabi tutulup, sözleşmede olduğu gibi, “bağımsız ve tarafsız bir mahkemede hakkaniyete uygun olarak görülmesini isteme hakkını da” içerdiğini kabul etmek gerekir.
Bu değerlendirmeler ışığında “kararların kesinliği” ele alınacak olursa:4483 sayılı yasa uygulamasında, idari safha dediğimiz 1. safhada izin mercii olan idari birim tarafından ön inceleme yapılıp deliller toplanıp oluşan dosyaya göre karar
-5-
verilmekte ve taraflara tebligat yapılmaktadır. İtiraz hakkı olan taraflar 10 gün içinde itiraz ederse dosya itiraz merciine gönderilmektedir. Yasadaki eksikliklerden birisi bu aşamada
çıkmaktadır. İtiraz dilekçesi nereye verilirse süre kesilir? Yasada bu konuda açık bir hüküm olmadığı gibi genel usul yasalarına da gönderme yapılmamıştır. İdari yargılama usulü yasasının kendiliğinden geçerli olduğu da söylenemez. Çünkü 2577 sayılı yasa gargılama usulüne ilişkin olup 4483 sayılı yasa bu sürece tabi olmadığı gibi AYM’ tarafından mahkeme sıfatı da kabul edilmemektedir. Uygulamada ise: karar merciine, direk itiraz merciine veya itiraz merciine dilekçe gönderme yetkisi olan mahkemelere dilekçenin verildiği tarih süreyi kesen başvuru olarak kabul edilmektedir.
İdareler itiraz merciine dosyayı gönderdikten sonra 3 ay içinde karar verme zorunluluğu olduğu için ara karar yoluna başvurulmamakta ve tereddüt halinde esas kaydı kapatılarak idareye dosya iade edilmektedir. Aksi takdirde yasanın 3 ayla ilgili amir hükmünü ihlal etme durumuna düşülebilir. Açık eksiklik veya tereddüt yok ise doysa üzerinde yapılan incelemeye göre karar verilmektedir. Bu aşamada, idarenin eksik veya yanlış belge göndermesi, kalem tarafından veya hakim tarafından yanlış algılama gibi sebeplerle gerek maddi bilgilerde gerekse hüküm fıkrasında yanlışlıklar yapılabilmektedir. Zaten bu tür yanlışlıklar hesaba katılarak, yargılama usulünde maddi hata düzeltme, tavzih ve karar düzeltme müesseseleri öngörülmüştür. Oysa gerek 4483 sayılı yasa uyarınca Bölge İdare Mahkemesinin gerek yukarda bahsettiğimiz yasalar uyarınca idare mahkemeleri ve sulh ceza mahkemelerinin verdiği kararlar kesindir. Bu “kesinlik” geniş bir yorumla, maddi hata düzeltme ve tavzih için engel görülmeyebilir. Nitekim Danıştay 2. dairesince maddi hata düzeltme kararları verildiği görülmektedir. Ancak hatalı bilgi ve belge sebebiyle yanlış hüküm kurulması halinde, mahkemelerce bu hatanın düzeltilme olanağı bulunmamaktadır. Bu ise, hataya dayalı yanlış hükmün göz göre göre infazı soncunu doğurmaktadır. Mahkemenin de kabul edip, düzeltmek istediği hatasını, “kesinlik” ilkesi sebebiyle düzeltilmemesi ise yukarıda anılan Anayasanın “Hukuk Devleti” ve “Adil Yargılanma Hakkı” ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. Bu hükmün Anayasaya aykırılığını ileri sürebilecek tek merci Danıştay ve Bölge İdare Mahkemeleri olup, AYM tarafından bu yol kapatılmış bulunmaktadır.
Bu sakıncalar ve Anayasaya aykırılık durumu elbette hukukumuzdaki diğer yasalar ve yargı yerleri içinde geçerlidir. (İdare mahkemeleri ve sulh ceza mahkemelerinin kesin kararları)
4)SONUÇ VE KANAAT : Bu aksaklığın giderilmesi için neler yapılabilir:
A)Öncelikle, kesinliğin, yeni itiraz ve temyiz yolları öngörmemesi olarak yorumlanması ancak, mahkemenin kendi kararını tekrar gözden geçirip düzeltme olanağı tanıması için hükmün yeniden düzenlenmesi gerekir. Böylelikle mahkeme en azından, yanlış bilgi-belgeye dayalı kararını tekrar gözden geçirip karar düzeltme müessesesini işleterek hatalı hükümlerin kesinleşmesi önlenebilir. Bu aşamada ihtiyaten bir önceki karara katılanlardan farklı bir heyet oluşturma koşulu getirilebilir.
B)Yasanın yarattığı, hukuk devleti ilkesi ve adil yargılanma hakkını ihlal eden neticeyi değiştirmek mevcut pozitif hukuk çerçevesinde olanaklı olamaz mı?
a-Bu konuda bir öneri şu şekilde ifade edilebilir: yasada kastedilen “kesinlik itiraz ve temyiz yolunun kapalı olması anlamındadır. Karar düzeltme ise tüm usul yasalarında alan, hukukun genel ilkelerindendir. 4483 sayılı yasa karar düzeltme yolunu yasaklamamaktadır. Bu sebeple hatalı bilgi belgeye dayanılarak kararlar düzeltilebilir. Bu görüşün sakıncası ise; öncelikle kanun koyucunun öngörmediği bir müesseseyi hakimin kullanmasının kuvvetler ayrılığı ilkesiyle bağdaşmamasıdır. Ayrıca, hatalı kararın düzeltilmesinin sınırları belli olmadığından işin sonu keyfi karar değiştirmeye varabilir.
-6-
b-Bir diğer önerisi ise: AY’nın 36. maddesi ve 90. maddesi delaletiyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesi dikkate alınarak karar verilebilir. Buna göre, 4483 sayılı yasanın 9. maddesinin değiştirilmesine gerek bulunmamaktadır. Çünki, AY’nin 36. maddesinde öngörülen “Adil Yargılanma Hakkı” Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde de düzenlenmiştir.
AY’nın 90. maddesinin son fıkrasına göre “…………. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletler arası anlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” Bu durumda, 4483 sayılı yasanın 9/4. maddesinde düzenlenen “itiraz üzerine verilen kararların kesinliği” ilkesi AY’nın 36. ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesiyle çelişmektedir. Bu durumda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılama ilkesi gereği 4483 sayılı kanunun 9/4. maddesi uygulanmayarak, hatalı kararın düzeltilmesi yolunda karar verilebilmelidir.
Bu çözüm gerçekten hem yasanın kendinden kaynaklanan tıkanıklığı aşmaya yardımcı olacak hem de hakkaniyete ve Anayasal ilkelere aykırı bir uygulamayı ortadan kaldıracaktır. Ancak pozitivist hukukçuların bu uygulamayı yasa koyucunun yerine geçmek ve kuvvetler ayrılığı ilkesini ihlal etmek olarak yorumlayabileceklerini düşünmekteyim.
Osman ERMUMCU
Bölge İdare Mahkemesi Başkanı
MALATYA
Devamını Oku
4483 SAYILI YASADA ÇEKİNME VE RED
NOT:Bu makale MAHALLİ İDARELER DERGİSİ nin 194. sayısında yayımlanmıştır
4483 SAYILI KANUNDA RET VE ÇEKİNME HALİ
- GİRİŞ VE AMAÇ
- MEMUR YARGILAMA SİSTEMİMİZ
- 4483 SAYILI KANUNUN GENEL DURUMU
- USUL YASALARINDA ÇEKİNME VE RED
- İDARİ YARGILAMA USULÜ KANUNUNDA
- HUKUK USULÜ MUKAKEMELERİ KANUNUNDA
- CEZA MUHAKEMESİ KANUNUNDA
- 4483 SAYILI KANUNDA ÇEKİNME VE RED
- A) İZİN MERCİİ
- B) KARAR MERCİİ
- SONUÇ VE ÖNERİ
– 1 –
1) GİRİŞ VE AMAÇ :
Suçluların yargılanması ve cezalandırılmaları, kamu düzeninin ve devlet olmanın doğal sonucudur. Ancak yargılama usulünde yeknesak bir uygulama söz konusu olmayıp bazı kişi veya sınıfların yargılanmasında mutad dışı farklı usuller benimsenebilmektedir. Bu farklılıklar, kişi veya sınıflara ayrıcalık sağlamak gayesiyle değil, onların temsil ettikleri görev ve ünvanların (yine kamu yararı gözetilerek) zaafa uğramaması amacıyla oluşturulmuştur.
Ülkemizde mutad yargılama usulüne tabi olmayan guruplardan biriside genel anlamda kamu görevlileri olup, kamu görevlileri de kendi içlerinde farklı usullere tabidir. (Hakimler Savcılar, Askerler, Üniversite mensupları, zabıta amirleri gibi) Bu konuda, halen yürürlükte olan genel yasa 4483 sayılı yasa olup, anılan yasanın, uygulaması sırasında pek çok eksiklikler içerdiği görülerek bunlardan “çekinme ve ret sebebleri”nin irdelenmesi amaçlanmıştır.
2 ) MEMUR YARGILAMA SİSTEMİMİZ :
Ülkemizde Osmanlıdan bu tarafa, kamu görevlileri için farklı yargılama usulü benimsenmiş olup, hukuk doktrininde 1913 yılından bu yana bu farklılığın lehine ve aleyhine görüşler oluşturulmaktadır. Aleyhe beyan edilen görüşler genel olarak:” demokratik devlette ayrıcalıklı sınıf yaratılamayacağı, devletin bağımsız yargısına güvenilmesi gerektiği, herkesin aynı yargılama usulüne tabi olması gerektiği” şeklinde özetlenebilir. lehe beyan edilen görüşler ise: “memurların kamu görevi yaparken sürekli yargılama tehdidi altında kalırsa verimli hizmet üretemeyeceği, şikayet ve yargılama tehdidinin baskı aracı olarak kullanılacağı, kaldıki görevi sırasında işlenen fiillerin suç olup olamayacağını hizmeti ve idari işleyişi bilen kurulların takdir edebileceği, suç varsa zaten ilgili kuralların izniyle yine yargılamanın olanaklı olduğu” şeklinde özetleyebiliriz.
Bu tartışmalar ışığında sistemimiz kısaca tarif edilecek olursa: ülkemizde uzun yıllar 1913 tarihli “Memurun Muhakematı Hakkında Kanunu Muvakkat” isimli yasa uygulanmıştır. Anılan yasa Osmanlı zamanında çıkmış olup, adı üstünde geçici (muvakkat) bir yasa olmakla birlikte 4483 sayılı yasanın yürürlüğe girdiği 02.12.1999 tarihine kadar uygulanmıştır. Anılan kanun, eski olması sebebiyle, öncelikle dilindeki ağırlık, ayrıca mevcut devlet sistemimizde olmayan kavramlara yer vermesi (sancak-liva gibi) ve doğal olarak karar vermeye yetkili kurulların yapısı (il-ilçe idare kurulları) sebebiyle çokça eleştirilmiştir.
Anılan kanun 02.12.1999 tarihli 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun ile yürürlükten kalkmıştır.
3 ) 4483 SAYILI KANUNUN GENEL DURUMU :
Anılan kanun yürürlük ve yürütme maddeleri de dahil olmak üzere toplam 20 maddeden oluşmaktadır. Nitekim dar yapısı sebebiyle; 86 yıllık 1913 tarihli kanun tartışmalarından yararlanılmadığı ve pek çok usulü eksiklik içerdiği tespit edilmiştir.
Bu hususların her biri ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte genel olarak ifade edilecek olursa izin merci olarak yine idari birimler öngörülmüş olup, itiraz mercii olarak Bölge İdare Mahkemeleri ve Danıştay öngörülmüştür. 1913 tarihli kanunla karşılaştırınca bunun olumlu ancak eksik gelişme olduğunu söylemek gerekir. İtiraz mercii olarak idari yargı yerlerinin öngörülmesi, hem idari işleyişe vakıf hem idare dışında ve hakim güvencesine sahip bağımsız organlar olması olumlu gelişmedir. Ancak bu organların itiraz mercii değil de doğrudan izin merci olarak öngörülmesi hem sürecin kısalması hem de kararlara güvenin artırılmasını
– 2 –
sağlardı. Bunun yanında, izin merciinin “işleme koymama, karar vermeme” ve benzeri ön kararlarının da itiraz kapsamına alınmaması bir eksiklik olup bu eksikliği Danıştay daireleri “idari davaya konu olabilirler” içtihadıyla doldurmaya çalışmaktadırlar. Anılan kararlar; ceza yargısı süreciyle ilgili bir kararın iptal davasına konu olamayacağı düşüncesiyle tartışılır olsa da 4483 sayılı yasanın bir eksiğini gidermiştir (Danıştay 1.Dairenin …….gün E:2006/7, K:2006/217, 6.Dairenin …………..gün ve E:2004/256, K:2005/5543, 8.Dairenin………gün ve E:2005/1425, K:2005/5059 sayılı kararları) Bunun yanında, ön inceleme sırasında uyulması gereken bazı sürelere yer verilmekle birlikte bu sürelere uyulmamasının kararlara etkisi belirtilmemiş, ayrıca itiraz dilekçelerinin verilebileceği yerler belirtilmediği gibi bu konuda genel usul kanunlarına da atıfta bulunulmamıştır. Gerek soruşturmacının gerek izin merciinin gerekse itiraz merciinin yaptığı inceleme sırasında; çekinme ve ret sebeblerine yer verilmeyip genel usul kanunlarına da atıfta bulunulmamış olup esas inceleme konusunu da bu husus oluşturmaktadır.
4 ) USUL YASALARINADA ÇEKİNME VE RED :
Çekinme ve red müesseseleri denince akla; yargılama usulüne ilişkin yasalarda düzenlenen hakimlerin, bilirkişilerin ve tanıkların çekinme ve reddi halleri gelir. Genel olarak bu müesselere göz atacak olursak:
A – İDARİ YARGILAMA USULÜ KANUNDA :
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununda hakimin davadan çekinme ve reddi sebebleri doğrudan düzenlememiş olup 31. madde ile Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanuna atıfta bulunulmuştur. Ancak 56. maddede Danıştay’da 57. maddede de mahkemelerde çekinme ve reddin karara bağlanma usulü düzenlenmiştir.
B – HUKUK USULÜ MUHAKEMELERİ KANUNUNDA :
1086 sayılı yasanın 28.maddesin de çekinme halleri, 29. maddesinde red sebebleri devamı maddelerde de çekinme ve red prosödürü düzenlenmiştir. Çekinme sebebleri mealen sıralanacak olursa:
a – Kendisine veya kendisinin taraf olduğu davalarda
b – Evlilik birliği sona ermiş olsa bile eşi ve çocukları ile ikinci dereceye kadar akrabalarına ait davalarda,
c – Vekili, vasisi veya kayyımı olduğu kişilere ait davalarda
d – Yönetiminde görev aldığı tüzel kişilere ait davalarda
Hakim, talep edilmese bile davadan çekinmek zorundadır.
Yine yasanın 29. maddesinde düzenlenen red sebebleri mealen sıralanacak olursa:
a – Taraflara davada yol göstermişse
b – Yasal zorunluluk olmadan görüşünü alenileştirmişse
c – Davada neticeye etkili olacak şekilde ifade veya görüşüne başvurulmuşsa
– 3 –
d – Dördüncü dereceye kadar civar akrabalarına ait dava ise
e – Davanın tarafları ile husumeti var ise
f – Tarafsızlığından şüphe duyulan bir sebeb var ise
Hakim bizzat kendini reddeder veya davanın tarafları hakimi reddedebilir.
Yukarıda da belirtildiği üzere buradaki çekinme ve red sebebleri idari yargılama usulü için de geçerlidir.
C ) CEZA MUHAKEMESİ KANUNUNDA :
Kanunun 22. maddesinde hakimin davaya bakamayacağı haller 23. maddesinde hakimin yargılamaya katılamayacağı haller 24. maddesinde hakimin reddi sebebleri ve devamı maddelerinde de red prosödörü düzenlenmemiştir. Anılan yasa hükümlerinde de hukuk usulündekine benzer red sebebleri sıralanmış olup 22. maddenin ( b ) fıkrasında “sonradan kalksa bile şüpheli; sanık veya mağdur ile aralarında evlilik, vesayet veya kayyumluk ilişkisi bulunmuşsa” hakimlik görevi yapılamayacağı hükmü düzenlenmiştir.
Tüm bu değerlendirmelerden; kamu gücü kullanıp karar merciinde görev alan hakimlerin, verdiği kararların şüpheye yer vermemesi-tartışma götürmemesi için karar merciindeki yetkisini bırakması veya taraflarca buna davet edilmesinin genel hukuk ilkesi olarak benimsediğini görmekteyiz.
4 ) 4483 SAYILI KANUNDA ÇEKİNME VE RED :
Anılan kanunda, karar mercii olarak iki ana kurum öngörülmüştür. Bunlardan ilki, izin mercii diğeri ise itiraz merciidir.
A – İZİN MERCİİ : Yasanın 3. maddesi uyarınca, memurun mevkisi ve görev yeri dikkate alınarak, kaymakam, vali, müsteşar, bakan, başbakan, meclis başkanı ve Cumhurbaşkanı izin verme yetkisini kullanabilmektedir.
B – İTİRAZ MERCİİ : Yasanın 9. maddesinde, verilen kararların niteliği ve karar veren merciin özelliğine göre bölge idare mahkemesi veya Danıştay’a itiraz yolu öngörülmüştür.
Bölge İdare Mahkemesi ve Danıştay’da itiraz üzerine karar verme sürecine katılanlar için yargılama usulünde öngörülen çekinme ve red sebebleri geçerlimidir? Bu soruların cevabını verirken iki ayrı hareket noktası benimsenebilir:
1 – 4483 sayılı kanunda çekinme ve red sebeblerine yer verilmemiştir. Hukuk sisteminde Anayasa da dahil olmak üzere serbestlik ilkesi benimsenmiştir. Buna göre yasada, yasak olanlar belirtilir. Yasanın açıkça yasaklamadığı her şey serbesttir. 4483 sayılı yasada da, bu konuda açık bir yasaklama olmadığına göre çekinme ve red durumu da olmaz.
Dolayısıyla, gerek izin merciinde gerekse itiraz merciinde görev yapanlar, yakınlarının uyuşmazlıklarıyla ilgili karar verebilirler. Ancak, itiraz mercii olarak gösterilen kurumlar yargı yeri olduğu için buradakilerle ilgili olarak yargılama usulü yasalarındaki sebeblerin geçerli olabileceği yolunda istisnai bir görüş belirtilebilir. Ancak, bu görüşü en katı
– 4 –
pozitizist yaklaşımla savunursak; 4483 özel bir yasadır. İtiraz mercii esasta mahkeme de olsa buradaki sıfatı mahkeme olmayıp, geçerli olan yasa da, sadece 4483 sayılı yasadır. Bu sebeble 4483 sayılı yasanın düzenlenmediği bir müessese itiraz mercii için de uygulanamaz. Netice olarak 4483 sayılı yasada düzenlenmediğinden çekilme ve red sebebleri geçerli değildir.
2 – 4483 sayılı yasada çekinme ve red sebebleri olup olmadığı konusunda ileri sürülerek ikinci görüş ise: Burada da genel hukuk ilkelerinin geçerli olacağı yönündedir. Hem Anayasanın hem de müessesenin kendisi buna cevaz vermektedir. Çünki burada yapılan inceleme kanuna uygunluk denetimi değil hukuka uygunluk denetimidir. Anayasanın 2. Maddesi uyarınca; Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. Hukuk devletinin unsurlarından olan kanunilik ilkesine göre; idare yürürlükteki kanunlara ve hukukun genel ilkelerine saygılı olmak zorundadır. (Prof.Dr.Bahtiyar Akyılmaz İdare Hukuku-2004 Konya-Sayfa 185) yine Anayasanın 138. maddesi uyarınca da; hakimler; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Bu hükümlerden hareketle gerek izin merci (idareciler) gerekse itiraz merci (hakimler) bu yetkilerini kanuna uygunluk çerçevesinde değil genel hukuk ilkelerine uygunluk çerçevesinde kullanmaktadır. Bu sebeble, çekinme ve red sebebleri yasada düzenlenmediği için yasak yoktur şeklinde hareket edemezler. Önce bu konuda genel hukuk ilkelerinin ne olduğunu belirleyip ona göre karar vermelidirler. Genel hukuk ilkeleri ise; yukarıda belirtilen ve birbirini teyid eden usul yasalarında belirlenen ortak kurallar ile yasanın amacına ters sonuç doğuracak uygulamalara engel olacak kurallardır.
Bu bağlamda usul yasalarını tekrar göz önünde alırsak; bazı durumlarda hakimin davaya bakmaması halini düzenlemektedirler. Hakimlik mesleği; Türk milleti adına kamu gücünün en sınırsız ve sorumsuz kullanılabildiği, eğitimleri ve görev alanları gereği tarafsızlıklarında en son şüphe duyabilecek bir meslek türüdür. Yukarıda anılan usul yasalarında bazı hallerde hakimler için bile çekinme ve red sebebi öngörülmüş ise bu ilkelerin idari görev yapan izin ve itiraz mercii için evleviyetle geçerli olması gerekir. Bu ilkelerin varlık sebebi, hakimlerin kararlarında yanlı olmalarını önlemekten ziyade, millet adına kullanılabilen yetki sırasında toplumda ve taraflarda kuşkuya yer bırakmamaktır. İstisnai bir meslek olan hakimlik için bile öngörülen bu ilkelerin idari görevli izin ve itiraz mercii için yok sayılması hukuk devleti bağlamında meşru görülemez.
Bu sebeble, gerek izin merci gerek itiraz mercii konumunda bulunan görevliler, usul yasalarında belirlenen çekinme ve red sebebleriyle kendini bağlı görmelidir. Nitekim; yetki alanımızdaki bir ilçede, hakkında inceleme yapılan bir doktor ve onun meslektaşıyla ilgili olarak, eşi olan kaymakam tarafından men-i muhakeme kararı verilmiştir. Yapılan itiraz üzerine mahkememiz tarafından yukarıda anılan tartışma yapılarak izin merciinin eşi olan kişi hakkında karar veremiyeceği yine eşiyle aynı konuda incelenen diğer kişi hakkında da karar veremeyeceğine hükmedilmiştir. (Malatya Bölge İdare Mahkemesi 02.11.2005 gün ve E:2005/234, K:2005/252 sayılı kararı)
Peki itiraz merciinde görevli bulunanlar zaten hakim olduğuna göre, yukarıda anılan yargılama usulü ile ilgili yasalarla zaten bağlı değillermi? 4483 sayılı yasanın en önemli eksikliği, usule ilişkin zaruri pek çok hükme yer vermediği gibi, usul yasalarına gönderme yapan bir maddede içermemesidir. (örneğin: tebligat, itiraz yeri-şekli, çekinme ve ret sebebleri, gibi) Bunun yanında, itiraz mercii konumunda bulunan iki kurum da mahkeme olmakla birlikte 4483 sayılı yasa uyarınca görev yaparken bu sıfatlarını korumaktamıdırlar, yoksa yargı yeri sıfatı dışında özel bir itiraz mercii sıfatıylamı hareket etmektedir? Bu sorunun cevabını yakın zamanda Anayasa Mahkemesinden alma imkanımız oldu. Mahkememizce 9. maddede düzenlenen; “itiraz üzerine verilen kararların kesin olduğu”na dair hüküm Anayasa
– 5 –
Mahkemesine götürülmüştür. Anayasa Mahkemesi itirazı yetki yönünden reddetmiş ve, itiraz mercii sıfatıyla hareket eden mahkememizin mahkeme sıfatı bulunmadığı gerekçesine yer vermiştir. (Anayasa Mahkemesinin 27.12.2006 gün E:2006/163, K:2006/121 sayılı kararı) Bu gerekçe ve sonuçları tartışma götürür olup başka bir yazının konusu olabilecek niteliktedir. Buradan çıkan sonuç ise; itiraz mercii sıfatı ile verilen kararlarda mahkeme ve hakimin sıfatıyla hareket edilmediğinden ve de usul yasalarına açıkça bir gönderme bulunmadığından itiraz mercii görevlileri için de doğrudan usul yasası hükümleri uygulanmayıp genel hukuk ilkelerinden hareketle uygulama yapılabilir.
6 ) SONUÇ VE ÖNERİ :
4483 sayılı yasa, yeni bir yasa olsa da, usul hükümleri ve tanımlar yönünden ve de usul yasalarına gönderme yapmadığından 1913 sayılı yasanın da gerisindedir denilebir. Ceza yargısının başlangıç safhası olması ve neticelerinin kamu düzeni yönünden önemi göz önüne alınınca bu eksikliklerin hukukun genel ilkelerine göre çözümlenmesi zarureti vardır. Bu sebeble de, 4483 sayılı yasada düzenlenmese de; hukukun genel ilkeleri baz alınarak, izin ve itiraz merciinde görev alanlar için çekinme ve red sebeblerinin geçerli olduğunu kabul etmeliyiz. Ancak burada uygulamayı, kıyas ve hatta, 4483 sayılı yasanın dışına çıkıp başka yasaları ikame etme şekline dönüştürmemek gerekir. Aksi taktirde kendimizi yasakkoyucunun yerine koymuş oluruz ki, buda kuvvetler ayrılığı ilkesiyle bağdaşmaz.
Osman ERMUMCU
Bölge İdare Mahkemesi Başkanı
MALATYA
Devamını Oku
VERGİ UYUŞMAZLIKLARINDA MALİYE BAKANLIĞINA ŞİKAYET YOLUYLA MÜRACAAT
Aynı vergisel işlemi gerçekleştiren ancak dava açmadıkları için bir takım farkı vergisel yaptırımlara maruz kalan mükelleflerin Vergi Mahkemesine dava açma süresini kaçırmış olmaları durumunda oluşabilecek mağduriyetlerini giderme konusunda, Vergi Usul Kanunu’nun 124. Maddesi alternatif bir yöntem olarak kullanılır. Alternatif bir yöntem olan bu yola başvuru nedenleri kanunla sınırlanmış olup, bu yola sadece Vergi Usul Kanunu’nun 117. ve 118. maddeleri kapsamında başvurulabilir.
Vergi Usul Kanunu’nun 116. maddesinde vergi hatası; “vergiye müteallik hesaplarda veya vergilendirmede yapılan hatalar yüzünden haksız yere fazla veya eksik vergi istenmesi veya alınmasıdır.” Şeklinde tanımlanmıştır. Devam maddeleri olan 117. maddesinde ‘hesap hataları’ ve 118. Maddesinde ‘vergilendirme hataları’ belirtilmiş olup idare ile mükellef arasında vergi hatası konusunda bir uyuşmazlık yaşandığında uyuşmazlığın giderilmesini sağlamak amacıyla ‘hata düzeltme’ yolu öngörülmüştür. Vergi idaresi, mükellefin yaptığı başvuruyu kabul edip söz konusu düzeltmeyi yaparsa uyuşmazlık kısa sürede çözülür ve vergi tahakkuku ile tahsili kolaylaşmış olur. Ancak mükellefin talebinin reddedilmesi halinde konu, süresi içinde yargıya taşınır ve uyuşmazlık yargıda çözülür.
Vergi hatasını düzeltme talebinin yargıya taşınması aşamasında verilen süre İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 7. maddesinde belirtilmiştir. Söz konusu madde: dava açma süresinin, özel kanunlarında ayrı süre gösterilmeyen hallerde Danıştay’da ve idare mahkemelerinde altmış ancak vergi mahkemelerinde otuz gün olduğunu belirtir. Bu süre hak düşürücü olduğundan belirtilen sürelerde dava açılmazsa uyuşmazlığı yargı çözer ve mükellef açısından idare ile ilgili bir işlem kalmaz. Mükellef bu süreyi kaçırdığı takdirde yapabileceği bir şey kalmaz. Yukarıda bahsedildiği gibi hem idare hem de mükellef açısından vergi uyuşmazlıklarının kısa sürede çözülmesini sağlamak veya mükellefin hak kaybı sebebiyle mağdur olmamasını sağlamak için, süresinde mahkemeye gidemeyen mükellefler açısından Vergi Usul Kanunu’nun 124. maddesi alternatif bir yöntem olarak uygulanabilir. Anılı madde Maliye Bakanlığı’na şikayet yoluyla müracaat hükümlerini içermektedir. Bu maddeye göre; vergi mahkemesine dava açma süresi geçtikten sonra düzeltme talepleri reddolunanlar şikayet yoluyla Maliye Bakanlığına müracaat edebilirler. Müracaat edilecek mercii il özel idareleri için Vali, Belediye vergileri için Belediye Başkanlığıdır.
Şikayet yoluna başvuran mükellefin İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 10. Ve 11. maddeleri kapsamında hareket etmesi gerekir. Burada dikkat edilmesi gereken husus 10. ve 11. maddelerden hangisi ile hareket edileceğinin tespitidir. İYUK’un 10/1 maddesinde ilgililerin, haklarında idari davaya konu olabilecek bir işlem veya eylemin yapılması için idari makamlara başvurabilecekleri ve İYUK’un 10/2. maddesinde altmış gün içinde bir cevap verilmezse isteğin reddedilmiş sayılacağı hüküm altına alınmıştır. Bu maddenin uygulanabilmesi için, hakkında aynı konuda daha önce tesis edilmiş bir işlemin bulunması gerekir.
Vergi Usul Kanunu’nda yargılamaya ilişkin esaslara yer verilmişken idari usullere yer verilmemesi sebebiyle şikayet yoluna başvururken İdari Yargılama Usulü Kanunu’ndaki genel esaslara göre hareket edilmelidir. İYUK’un 11/1. maddesinde;“İlgililer tarafından idari dava açılmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılması üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde istenebilir. Bu başvurma, işlemeye başlamış olan idari dava açma süresini durdurur.” İYUK’un 11/2. maddesinde, “Altmış gün içinde bir cevap verilmezse istek reddedilmiş sayılır.” İYUK’un 11/3. maddesinde “İsteğin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması halinde dava açma süresi yeniden işlemeye başlar ve başvurma tarihine kadar geçmiş süre de hesaba katılır.” hükümleri yer almaktadır. Görüleceği üzere düzeltme talebinin reddinden sonra dava açma süresi geçmişse genel idare usulünde üst makam olan Maliye Bakanlığına şikayet yoluna başvurulabilir. Burada izlenecek yola ve zamanaşımı süresine dikkat edilmesi gerekir. Düzeltme talebi yargıya taşınırken, dava açma süresi geçtikten sonra zamanaşımı süresi içinde yapılan düzeltme talepleri vergi dairesine yapılır. Bu makamın ret kararı vermesi durumunda şikayet yoluyla Maliye Bakanlığı’na müracaat edilmesi gerekir. Direk yargıya taşınırsa ilk inceleme sırasında, idari merci tecavüzü nedeniyle yargı yeri görevli idari mercie tevdi eder.
Nitekim Danıştay; un ve kepek imalatı yapan davacı Şirketin, 1997, 1998, 1999 ve 2000 yıllarındaki indirimli orana tabi mal teslimlerinden dolayı indirim konusu yapamadığı katma değer vergisinin iadesi amacıyla yaptığı düzeltme başvurusunun reddine ilişkin işlemi yargıya taşıyan şirketin başvurusu üzerine: “davacı Şirketçe, indirimli orana tabi mal teslimlerinden dolayı yüklenilen, ancak indirim yoluyla telafi edilemeyen verginin iadesi istemiyle dava açma süresi geçtikten sonra yapılan düzeltme başvurusunun reddine ilişkin vergi dairesi müdürlüğü işlemini iptal eden vergi mahkemesi kararının bozulması”nı istemiştir. 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 122. maddesinde; “mükelleflerin, vergi muamelelerindeki hataların düzeltilmesini vergi dairesinden yazı ile isteyebilecekleri”, aynı Kanun’un 124. maddesinde de, “vergi mahkemesinde dava açma süresi geçtikten sonra yaptıkları düzeltme başvurusu reddolunanların şikayet yolu ile Maliye Bakanlığı’na müracaat edebilecekleri hükmü yer almıştır. Görüldüğü üzere, vergi mahkemesinde dava açma süresi geçtikten sonra yapılan vergi hatalarının düzeltilmesi istemlerinde, davaya konu olabilecek idari işlem, 213 sayılı Kanun’un 124. maddesi hükmü gereğince, düzeltme isteminin reddine ilişkin vergi dairesi işlemine karşı şikayet yoluyla yapılacak başvuru sonucu, Maliye Bakanlığınca tesis edilecek ret işlemidir.” Yargı yoluna başvurmadan idareye başvurulması zorunludur.
Diğer taraftan Vergi Usul Kanunu’nun 126. maddesinde; “114. maddede yazılı zamanaşımı süresi dolduktan sonra meydana çıkarılan vergi hataları düzeltilemez.” denilmiştir. VUK’un 114. maddesinde; “Vergi alacağının doğduğu takvim yılını takip eden yılın başından başlayarak beş yıl içinde tarh ve mükellefe tebliğ edilmeyen vergiler zamanaşımına uğrar.” hükmü yer almaktadır. Beş yıllık zamanaşımı süresi içinde düzeltme işlemi için vergi dairesi ve şikayet yolu ile Maliye Bakanlığına giden ve Maliye Bakanlığı’nca talebin reddi üzerine yargı yoluna gidilmesinde ise İYUK’un 11. maddesinde bahsedilen üst mercie başvuru hükümleri geçerli olacaktır. Maliye Bakanlığı, şikayet yolu ile kendisine ulaşan müracaatları inceler. İnceleme sonucunda ya vergi dairesi kararını uygun görerek mükellefi reddeder ya da mükellefi haklı bularak düzeltmenin yapılmasını ilgili vergi dairesinden ister. Şikayet yolu ile yapılan düzeltme başvurusu reddedilir veya 60 gün içinde hiç yanıt verilmezse Danıştay’da iptal davası açılabilir. Danıştay’da dava açma süresi 60 gündür. Danıştay’ın bu tür davalara ilk derece mahkemesi olarak bakması gerekmektedir. Dava açma süresi Maliye Bakanlığı’nın ret yazısının mükellefe tebliğ tarihinden itibaren veya zımni ret halinde ise 60 günlük bekleme süresinin bitiminden itibaren başlar.
KONUYA İLİŞKİN YARGI KARARLARI:
İzmir Üçüncü Vergi Mahkemesi 19.05.1996 tarih ve E. 1995/1000, K. 1996/383 sayılı Kararı’nda “dosyanın incelenmesinden, cezalı tarhiyatın E. 1993/1583 sayılı dosya numarası ile dava konusu edilen ve 1992 yılına ilişkin bulunan cezalı tarhiyatla birlikte aynı inceleme raporuna dayandığı ve Aralık 1992 dönemi dışındaki dönemlerin dava konusu yapılması sonucu, tarhiyatın kaldırılması yolunda verilen kararın Danıştay kararıyla onanarak kesinleştiği, sehven davaya dahil edilmediği anlaşılan Aralık 1992 dönemine ait tarhiyatın da diğer dönemlerle birlikte aynı gerekçeyle terkini gerektiği sonucuna varıldığı gerekçesiyle mükellefi haklı bularak cezalı tarhiyatı kaldırmıştır.” Kararı verilmiştir.
İzmir Üçüncü vergi Mahkemesi’nin 19.05.1996 gün ve E. 1995/1000, K. 1996/383 sayılı Kararı üzerine; Vergi idaresi davacı şirketin iddialarının vergi hatası kapsamına girmediği, ancak tahakkuk işlemine karşı açılan davada ileri sürülebilecek iddialar olduğu ileri sürülerek bozulması istemi üzerine İzmir Üçüncü Vergi Mahkemesi’nin kararını temyize götürmüştür.
VUK’un 117 ve 118. maddeleri kapsamında Danıştay’a yapılan başvuruda; 3. Daire’nin E. 1996/5948, K. 1998/469 dosya numaralı Kararı’nda “Davacı şirket adına, 1992 yılının Aralık ayı dışında kalan dönemlere ilişkin olarak yapılan tarhiyatlara karşı dava açılmasına karşın, uyuşmazlık konusu döneme ait tarhiyatın davaya dahil edilmemiş olması, yukarıda sözü edilen maddelerde tanımlandığı şekilde açık bir vergilendirme veya hesap hatası oluşturmadığı gibi uyuşmazlığın hukuki bir nitelik taşıması nedeniyle olaya düzeltme hükümlerinin uygulanması da olanaksızdır.Bu bakımdan mahkemece, uyuşmazlığın vergi hatası kapsamında bulunmadığı gözetilmeden işin esasına girilerek, anılan dönem için salınan ve davalı idarece tahsil edilmiş olan gelir (stopaj) vergisi ve kesilen kaçakçılık cezasının ret ve iadesine karar verilmesinde yasal isabet görülmemiştir.”şeklinde karar vermiştir.
Karar’dan anlaşıldığı üzere sadece “düzeltme ve reddiyat (md. 117-118.)” içerisine alınan; hesap hataları(matrah hatası, vergi miktarında hata, verginin mükerrer olması) ve vergilendirme hatalarının (mükellefin şahsında hata, mevzuda hata, vergilendirmede veya muafiyet döneminde hata) herhangi birisi üzerinde uyuşmazlık varsa mahkeme sadece kanunda izin verilen sınırlar çerçevesinde karar vermek zorundadır. Vergi mahkemesinin idare aleyhine verdiği birçok kararı idare temyiz aşamasında VUK’un ‘hesap ve vergilendirme hataları’ hükümlerinin getirmiş olduğu sınırlara uymadığı için idare lehine bu kararları bozmuştur.
2. Danıştay 4. Dairesinin 2001/1100 E. 2002/1471 K. Sayılı kararında : ‘Dava konusu olayda, davacı Devlet tahvilinden daha fazla kesinti yapıldığı gerekçesiyle Maliye Bakanlığına başvurduğu, Maliye Bakanlığınca, yapılan işlemin yasal olduğunun belirtilmesi üzerine söz konusu davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Oysa idarece yapılan işlemin hatalı olduğu ve düzeltilmesi gerektiği iddiasının bulunması halinde vergi dairesine durumun düzeltilmesi için başvurulması, olumsuz cevap alınması halinde ise Maliye Bakanlığına şikayet yoluyla gidilmesi gerekmektedir. Uyuşmazlıkta davacının elde ettiği menkul sermaye iradı üzerinden yapılan kesintinin kanuna ve usule uygun olmadığı ve düzeltilmesi gerektiği yönündeki iddiaları için yukarıda belirtilen yol izlenmesi gerekmekteyken doğrudan Maliye Bakanlığına uygulamanın kaldırılması ve fazla kesilen paranın iadesi için başvurulması yerinde olmadığından idarece reddedilmesinde hukuka aykırılık görülmemiştir. Bu sebeple mahkemenin verdiği karar yerindedir.’ Kararı verilmiş olup Maliye Bakanlığına yapılacak olan şikayet başvurusunda izlenmesi gereken yol belirtilmiştir.
3. Danıştay 7. Dairesinin 1987/4189 E. 1991/3115 K. Sayılı kararında ‘Düzeltme istemlerinde, öncelikle vergi dairesi müdürlüğüne başvuruda bulunulması ve istemin reddi halinde, şikayet yoluyla Maliye ve Gümrük Bakanlığına yapılacak başvuru sonucu tesis olunan olumsuz yöndeki işleme karşı, Danıştay’da dava açılması zorunluluğu karşısında, mahkemece idari merci tecavüzü nedeniyle dilekçenin görevli idare merciine tevdiine karar verilmesi gerekir.’ Kararı verilmiş olup burada da şikayet yoluyla Maliye ve Gümrük Bakanlığına yapılan başvuru sonucunda tesis edilen olumsuz yöndeki işleme karşı Danıştay’ da dava açılabileceği belirtilmiştir.
SONUÇ:
Sonuç olarak; Maliye Bakanlığı’na şikayet yolu ile müracaat, mükelleflerin dava açma süresini kaçırdıkları durumlarda söz konusu olur. Ancak Vergi Usul Kanunu’nda belirtilen sınırlar ve zaman bakımından uzun süren bir süreci olması sebebiyle son çare olarak düşünülen bir yoldur.
SÖZLÜ SINAVLARIN YARGISAL DENETİMİ
İ Ç İ N D E K İ L E R
KISALTMALAR
ÖZET
GİRİŞ
1.SINAV ve SÖZLÜ SINAV KAVRAMLARI
2.SÖZLÜ SINAVLARIN YAPISINDAKİ ZAYIFLIKLAR
3.SÖZLÜ SINAVLARIN YAPILIŞ USULÜNDEKİ MUHTEMEL HUKUKA AYKIRILIK HALLERİ
4.YARGISAL DENETİM
5.ÜLKEMİZDE EĞİTİM YÜKSEKÖĞRETİM HUKUKU ADI ALTINDA KENDİ GENEL TEORİSİ OLAN BİR HUKUK DALI OLMUŞ OLSA İDİ
SONUÇ
KAYNAKÇA
ÖZET
Bu çalışmanın asıl konusu, sözlü sınavları idari yargıda yargısal denetimi olup ilk olarak sınav ve sözlü sınav kavramları açıklanmış, eğitim bilimsel açıdan sözlü sınavların beraberinde getirebileceği problemler üzerinde kısaca durulmuştur. Ardından Danıştay kararları ışığında sözlü sınavların uygulamada nasıl bir hukuki denetime tabi olduğu hususunun bir değerlendirmesi yapılmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Sınav, sözlü sınav, idarenin takdir yetkisi, sınavların yargısal denetimi
GİRİŞ
İdarenin bütün eylem ve işlemleri gibi sözlü sınavlar da idari yargı yerlerince denetime açıktır. İdarece yapılmakta olan her sınavın her zaman hukuka uygun gerçekleştiğini söylemek mümkün değildir. Yargısal denetimin nasıl gerçekleşeceği, son yıllarda oluşan içtihatların tüm sözlü sınavlarda geçerli olup olmadığı hususu önem taşımaktadır. Sözlü sınavların hukuki denetimi hakkında Türk İdare hukuku doktrinde yok denecek kadar az çalışma mevcut olup, bu konu hakkında mevzuatta da oldukça eksik düzenleme bulunmaktadır. Sözlü sınavların yargısal denetimine ilişkin hususlar daha çok Danıştay içtihatları ile şekillenmiştir.
Her idari işlemde olduğu gibi sözlü sınavlarda da yetki, şekil, sebep, amaç ve konu unsurlarında hukuka aykırılıklar olma ihtimali olup, yargısal denetime açıktır.
1.SINAV ve SÖZLÜ SINAV KAVRAMLARI
Sınav kavramını TDK, ‘Öğrencilerin veya bir işe girmek isteyenlerin bilgi derecesini anlamak için yapılan yoklama, imtihan, test.’ olarak tanımlamıştır.
Sözlü sınav ise, soruların genellikle sözlü sorulduğu ve cevapların da sözlü olarak verildiği sınav türü olarak tanımlanmaktadır.
2. SÖZLÜ SINAVLARIN YAPISINDAKİ ZAYIFLIKLAR
Sözlü sınavlar geleneksel olarak yıllardır uygulanmaktadır. Genel itibariyle sözlü sınavlar, öğrencilerin ifade becerilerinin, yabancı dildeki telaffuzlarının ölçülmesinde, okul öncesi eğitimde, üniversitelerde yüksek lisansa girişte, tez savunmalarında, bazı mesleki yerleştirmelerde, kamuya personel alımda uygulanmaktadır.
Yapısındaki zayıflıklar nedeni ile diğer sınav türlerinde göre daha az kullanılmaktadırlar. Bu zayıflıklar sıkça sözlü sınavlara itiraz edilmesine ve yargıya taşınmasına sebebiyet vermektedir. Eğitim bilimciler sözlü sınavların başlıca özelliklerini ve bundan kaynaklı yapısındaki zayıflıkları şu şekilde tanımlamışlardır:
-Cevaplar sözlü olarak verilir. Yapılmakta olan sınavda amaç bilgi ölçmek ise sonucu etkilememesi gereken sözlü ifade yeteneği, konuşmanın etkinliği, ses tonu vb. puana karışabilmekte, bu durum sınavın geçerliliğini düşürmekte, sözlü sınavlar istenilen amaca çoğu zaman hizmet edememektedir.
-Sorular genellikle sözlü yöneltilir. Cevaplayıcının soruyu tekrar gözden geçirmesine fırsat vermemekte, cevaplayıcı tarafından soru ile ne istendiği tam olarak anlaşılmayabilmektedir.
-Yanıtlar çoğu halde üzerinde iyice düşünülüp tasarlanmadan verilir.
-Cevaplar kaydedilmediği için puanlama ya cevaplar verilirken veya cevaplama tamamlandıktan sonra yapılır. Bu da genel izlenimle yapılan bir puanlama şeklinde olur, bu şekilde yapılmış bir puanlamada geçerlik ve güvenilirliğin düşük olması beklenir.
-Korku, sıkılma, genel görünüm gibi etkenlerin puana karışma olasılığı vardır.
-Sınava alınış sırası sonuçları etkileyebilir.
-Sözlü sınavlarda sorulan soruların cevapları genellikle bir kelime, sayı veya cümleden daha uzundur. Bu sebeple bu sorulara verilen cevaplar ne tümüyle doğru ne de tümüyle yanlıştır.
-Cevabın uzun veya bir dereceye kadar doğru olması halinde bunun doğruluk derecesine cevabı dinleyen kişinin karar vermesi gerekir. Bu karar önemli ölçüde sübjektif olacaktır. Bu durum denetimdeki zorluğu beraberinde getirmektedir.
Yukarıda anlatılan sebeplerle bu sınav türü ile elde edilen ölçümlerin geçerlilik ve güvenilirliği düşük olur. Ölçme ve değerlendirmedeki bu durum da sözlü sınavlarda idarenin takdir yetkisinin sıkça yargı yoluna taşınmasına sebebiyet vermektedir.
3.SÖZLÜ SINAVLARIN YAPILIŞ USULÜNDEKİ MUHTEMEL HUKUKA AYKIRILIK HALLERİ
İdarece yapılan değerlendirmenin her zaman hukuka uygun olarak yapıldığını söylemek mümkün değildir.
Özellikle kamuya personel alımı için yapılan sınavlarda belli kişileri işe alabilmek için hukuka aykırı sınav yapıldığı iddiası sık sık karşılaşılmakta ve yargıya müracaat edilmektedir. Hukuk devleti ilkesinin yanı sıra kamu hizmetine girme hakkı ve liyakat ilkesi de gündeme gelmektedir. Bu sebeple bu konuda yapılacak hukuka aykırılıklar doğrudan temel hak ve özgürlüklere müdahale niteliği taşımaktadır.
İdarenin bütün eylem ve işlemleri gibi sözlü sınavların da idari yargı yerlerince denetlenmesi gerektiği açıktır.
Sözlü sınavların yargısal denetimi ile alakalı doktrinde çok fazla çalışma olmaması sebebi ile içtihatlardan yola çıkılarak konu ortaya konulabilmektedir.
Diğer idari işlemlerde olduğu gibi sözlü sınavların da konu, şekil, yetki, sebep, amaç unsurlarında hukuka aykırılıkların olma ihtimali vardır. Fakat yargı kararlarına baktığımızda şekil unsurundaki aykırılıklar öne çıkmaktadır.
Konu unsuru yönünden işin niteliği gereği sonradan bilirkişi incelemesi yaptırılamayacağı, idarenin takdir yetkisi vb gerekçeler ile çoğunlukla denetim imkanı olmadığı yönünde kararlar verilebilmektedir.
Şekil unsurunda hukuka aykırılıklar şu şekillerde meydana gelebilmektedir:
-Öncelikle sınav komisyonunun usule uygun oluşturulmaması Danıştay tarafından sınavın esasını etkileyen asli şekil kuralı ihlali saymaktadır.
-Adaylara fırsat tanınmaması da adaylara soruları cevaplayabilme fırsatının tanınması ve adayın konsantrasyonu bozucu durumların ortadan kaldırılması gibi hallerde ortaya çıkmakta olup Danıştay kararları incelendiğinde bu hususun da şekil unsuruna aykırılık olarak değerlendirilmiş olduğu görülmektedir.
-Danıştay son dönemde vermiş olduğu kararlarında sözlü sınavların ses ve görüntülerinin kaydedilmesi hususuna vurgu yapmıştır. Aksi halde yazılı delil bulunmadığı için mahkemece delil tespiti yaptırabilme imkanı ortadan kalkmaktadır. Yüksek Mahkeme vermiş olduğu kararlarda bu uygulamanın objektif denetimi sağlayarak hukuk devleti ilkesini gerçekleştirme açısından önemli bir uygulama olacağını vurgulamaktadır.
-Sınav soru ve cevaplarının önceden hazırlanarak tutanağa bağlanması da etkin ve verimli yargısal denetim yapılabilmesi için zorunludur. Sınav soru ve cevaplarının kayda geçmesi hususu kamuya personel alımında yaşanan kayırmacılığın önlenebilmesi açısından önem teşkil etmektedir.
4.YARGISAL DENETİM
Yargısal denetimle alakalı, yargı organları içerik denetimi yapabilirler mi, idarenin takdir yetkisinin sınırları nasıl çizilmelidir ilk olarak bu sorular üzerinde durulmalıdır.
İdarenin bütün faaliyetlerinde hukuk devleti ilkesinin bir gereği olarak hukuk kurallarına uygun hareket edilmesi beklenir. Ancak, idarenin faaliyet alanının genişliği, bu alanların tüm ayrıntıları ile düzenlenmesinin imkansızlığı idareye hareket serbestisi tanınması zorunluluğunu beraberinde getirir. İdare bu yetkisini kamu yararına kullanmak zorundadır.
Yargı yerleri idarenin takdir yetkisine müdahalede bulunamazlar. Bu durumun istisnalarını açık takdir hatası ve ölçülülük ilkesine aykırılık oluşturmaktadır.
Yargı organları açık takdir hatası olarak görülecek bir durum olmadıkça verilen nota müdahale edemez.
Sebep-konu unsurları arasında dengenin bulunup bulunmadığı ise ölçülülük ilkesi olarak değerlendirilmektedir. Jürinin verdiği notlar arasındaki fahişlik de Danıştay’ca iptal sebebi sayılmıştır.
5.ÜLKEMİZDE EĞİTİM YÜKSEKÖĞRETİM HUKUKU ADI ALTINDA KENDİ GENEL TEORİSİ OLAN BİR HUKUK DALI OLMUŞ OLSA İDİ
Ülkemizde eğitim ve yükseköğretim hukuku adı altında kendi genel teorisi olan bir dal olamaması da sözlü sınavların yargısal denetiminde yaşanan sorunların kaynaklarından önemli bir tanesidir.
Eğitim ve yükseköğretim hukuku adı altında kendine özgü, idare hukukunun genel teorisinden ayrı kendi temel ilkeleri ve teorisi olan bir dal olamaması sebebiyle konu idare hukukunun içinde kaybolmakta, konuya ilişkin litaratürde yok denecek kadar az çalışmaya rastlanmaktadır.
Ayrıca konuyla alakalı mevzuatta düzenleme açısından büyük eksiklikler olup bu durum kararlarda içtihat birliği oluşamamasına sebebiyet vermektedir. Bazı kurumlar kendi mevzuatlarında konuya ilişkin düzenlemeye gitmekte, birçok kurum düzenleme yönünden eksik kalmakta, bu sebeple dağınık ve yetersiz bir mevzuat bulunmaktadır. Eğitim ve yükseköğretim hukuku adı altında bağımsız bir dal, gerek mevzuatta gerekse doktrinde konunun tüm yönleriyle ele alınmasını sağlamak açısından çözüm olacaktır.
SONUÇ:
Hukuk devleti ilkesinin gereği olarak idarenin tüm eylem ve işlemleri gibi sözlü sınavların da idari yerlerce denetimi mümkündür.
Sözlü sınavların iptali için açılan birçok davada Danıştay sınavla alakalı yazılı delil bulunmaması sebebiyle bilirkişi incelemesi yaptırılmasının imkansızlığı sebebiyle davanın reddine karar vermiştir.
Fakat hukuk devleti ilkesinin hayata geçirilmesi için teknolojik imkanlardan faydalanarak kayıt altına alınmak suretiyle yargısal denetimi yapılabilmesi yönünde içtihatlar geliştirmiştir.
Unutulmamalıdır ki yargı yetkisi idari eylem ve işlemin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır. (A. m125)
Yargı yerleri, takdir yetkisini ortadan kaldıracak şekilde karar verilemez.
Hangi soruların sorulacağı, hangi durumda kaç puanın verileceği, adayın yeterli performansı gösterip göstermediği hususlarının önceden tüm yönleriyle nesnel olarak düzenlenmesi mümkün değildir.
Tüm bu anlatılanlar göz önüne alındığında, sözlü sınavların idare hukuku genel ilkeleri çerçevesinde yargısal denetime açık olduğu tartışmasızdır.
KAYNAKÇA
Bilgin, H. Ve Sezer Y. (2009) ‘’Sözlü Sınavların Yargısal Denetimi’’ TBB Dergisi, Sayı 86:168-187
Özçelik, D.A. (1998). Ölçme ve Değerlendirme. ÖSYM Yayınları, Ankara.
Tan, T. (1996). ‘’Sınav ve Jüri Değerlendirmelerinin Yargısal Denetimi’’Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 51(1)
Tekindal, S.(2002). Okullarda Ölçme ve Değerlendirme Yöntemleri. Evrim Yayınevi, İstanbul.
KISALTMALAR
A………………………………Anayasa
E……………………………… Esas
K……………………………. ..Karar
m……………………………… Madde
TDK………………………….. Türk Dil Kurumu
Av. FİDAN ERMUMCU
Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim Dalı
DANIŞTAY 8. DAİRE 25.02.2004 TARİH 2003/3369 E. ve 2004/917 K. SAYILI KARARI IŞIĞINDA ADALET KAVRAMI
DANIŞTAY 8. DAİRE 25.02.2004 TARİH 2003/3369 E. ve 2004/917 K. SAYILI KARARI IŞIĞINDA ADALET KAVRAMI
Av. FİDAN ERMUMCU
Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim Dalı
İ Ç İ N D E K İ L E R
KISALTMALAR
ÖZET
GİRİŞ
1.İDARİ YARGILAMA USULÜNDE TANIK DELİLİ, İYUK M.31 VE DEĞERLEDİRMESİ
2.ADALET KAVRAMI
3.TABİİ HUKUK ve HUKUKİ POZİTİVİZM TEORİLERİNE GÖRE ADALET KAVRAMI
SONUÇ
KAYNAKÇA
KISALTMALAR
E…………………………… Esas
HMK……………………….. Hukuk Muhakemeleri Kanunu
İYUK ……………………….İdari Yargılama Usul Kanunu
K…………………………….Karar
m……………………………. Madde
ÖZET
Bu çalışmanın asıl konusu, adalet kavramının doğal hukuk ve hukuki pozitivizm teorileri açısından incelenmesidir. Doğru bir değerlendirme yapabilmek için, adalet kavramı açıklanmış, doğal hukuk ve hukuki pozitivizm teorileri üzerinde kısaca durulmuştur. Danıştay 8.Dairesi 2003/3369 E. 2004/917 K. Sayılı kararı ışığında bahsi geçen teorilerin ve adalet kavramının kısa bir değerlendirmesi yapılmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: adalet, idari yargılama, tanık, doğal hukuk, hukuki pozitivizm
GİRİŞ
Bu çalışmada Danıştay 8. Dairesi’nin 25.02.2004 tarihli, 2003/3369 E. ve 2004/917 K. Numaralı kararı ışığında adalet kavramı doğal hukuk ve hukuki pozitivizm teorileri açısından incelenmiştir.
Temyize konu dava, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Resim Eğitimi Anabilim Dalı doktora öğrencisi olan davacının 28.12.2012 tarihinde yapılan 2. ve son tez savunma sınavında başarısız olduğuna ilişkin 11.02.2012 gün ve 3/18 sayılı işlemin, uzun ve kapsamlı bir çalışma yaptığı, jüri üyelerinin dördünün olumlu yönde oy kullandığını, tez savunma sınavında başarısız olduğuna ilişkin karar gerekçesine çok şaşırdığını, jüri üyelerinden bu durumun sorulması üzerine başarılı olduğunun açığa kavuşturulacağı ileri sürülerek iptali istemine ilişkindir.
İdarenin savunmasının özeti ise, savunma tezini başarı ile savunamayan davacının tezine jüri üyelerinin oy birliği ile ret kararı verdikleri ve birlikte imzaladıkları tutanaklarla durumu enstitüye bildirdikleri işlemin hukuka uygun olarak tesis edildiği ileri sürülerek davanın reddi gerektiği yönündedir.
Konya İdare Mahkemesi 2002/543 E. ve 2002/1690 K. Numaralı kararında ‘Uyuşmazlık konusu olayda, davacının tez savunma sınavında başarılı olduğunu, tutulan tutanağın sehven oybirliği ile ret kararının yazılmış olabileceğini gerek dava dilekçesinde gerekse 16.10.2002 günü yapılan duruşmada ifade etmesi üzerine, aynı günlü yapılan ara kararı ile davacını doktora tez sınavında jüri üyesi olarak bulunan 5 jüri üyesinde, ilgilinin doktora tez sınavında başarılı olup olmadığının, oybirliği ile verilen ret kararının sehven verilip verilmediğinin sorulması üzerine, ara karına cevaben gönderilen bilgi ve belgelerin incelenmesinden .……. iki jüri üyesinin çalışmalarda önemli ilmi hatalar olduğunu ve düzeltilmesi gerektiğini, diğer üç jüri üyesinin ise çalışmayı olumlu bularak tutanağı imzaladıklarını beyan ettiği görülmektedir.’ diyerek , bu durumda üç jüri üyesinin olumlu oy kullandığının anlaşılması karşısında davacının sunduğu tezin kabul edilmesi gerekirken, davacının başarısız olması nedeniyle kaydın silinmesine ilişkin olarak tesis edilen dava konusu işlemde hukuka uyarlık görülmemiş ve dava konusu işlemin İPTALİNE oy birliği ile karar vermiştir.’ Diyerek idarenin işleminin iptaline karar vermiştir.
Davalı idarenin söz konusu kararı temyiz etmesi üzerine Danıştay’ın vermiş olduğu bozma kararı ise şu şekildedir:
Karar: Uyuşmazlık; Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Resim Eğitimi Anabilim Dalı doktora öğrencisi olan davacının, 28.12.2001 gününde yapılan tez savunma sınavında başarısız olduğuna ilişkin Enstitü Yönetim Kurulunun 11.02.2002 gün ve 3/18 sayılı işleminin iptali isteminden doğmuştur.
İdari Yargılama Usulü Yasasının 1. maddesinin 2. fıkrasında, Danıştay, Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinde yazılı yargılama usulü uygulanacağı ve incelemenin evrak üzerinde yapılacağı, 20. maddesinde Danıştay ile idare ve vergi mahkemelerinin, bakmakta olduğu davalara ait her çeşit incelemeleri kendiliklerince yapacakları, belirlenen süre içinde lüzum gördükleri evrakın gönderilmesini ve her türlü bilgilerin verilmesini taraflardan ve ilgili diğer yerlerden isteyebileceği, 31. maddesinde ise, bu kanunda hüküm bulunmayan hususlarda, hakimin davaya bakmaktan memnuiyeti ve reddi, ehliyet, üçüncü, şahısların davaya katılması, davanın ihbarı, tarafların vekilleri, feragat ve kabul, teminat, mukabil dava, bilirkişi, keşif, delillerin tespiti, yargılama giderleri, adli yardım hallerinde ve duruşma sırasında tarafların mahkemenin sükununu ve inzibatını bozacak hareketlerine karşı yapılacak işlemlerde Hukuk Usulü Muhakemeleri Yasası hükümlerinin uygulanacağı kuralları yer almıştır.
İdare mahkemesince, davacının tez savunma sınavında başarılı olduğu ve tutulan tutanağa sehven oybirliği ile ret kararı yazılmış olabileceği yolundaki iddialar üzerine, ara kararı ile 5 jüri üyesine, ilgilinin doktora tez sınavında başarılı olup olmadığının, oybirliği ile verilen ret kararının sehven verilip verilmediği sorulmuş, cevaben gönderilen jüri üyelerinin ifadelerinden, 3 jüri üyesinin olumlu oy kullandığının anlaşıldığı gerekçesiyle dava konusu işlem iptal edilmiştir.
Anılan Yasa hükümleri ve yerleşmiş idari yargılama usulü ilkelerine göre; yazılı yargılama yapmak zorunda olan idari yargı yerlerinin kendiliğinden yapacakları her çeşit inceleme için, lüzum gördükleri ve taraflar veya ilgili yerlerden isteyebilecekleri evrak ve bilgiler kapsamında, tanık veya şahit dinlenmesi ya da ifade alınması şeklinde bir yöntem bulunmamaktadır. Ayrıca, Hukuk Usulü Muhakemeleri Yasasına atıfta bulunulan konular arasında da bu yönde bir kural mevcut değildir.
Bu durumda, davacının iddiası ciddi bulunuyorsa başarılı olup olmadığı konusunda bilirkişi incelemesi yaptırılarak doğacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken, idari yargılama usulünde yer almayan bir inceleme ve değerlendirme yöntemine dayalı olarak verilen İdare Mahkemesi kararında usul hükümlerine ve hukuka uygunluk bulunmamaktadır.
Sonuç: Açıklanan nedenlerle Konya İdare Mahkemesi kararının bozulmasına, yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın anılan mahkemeye gönderilmesine 25.02.2004 gününde oybirliği ile karar verildi.
1. İDARİ YARGILAMA USULÜNDE TANIK DELİLİ, İYUK m. 31 ve DEĞERLENDİRMESİ
İYUK’un HMK’ya atıf yapmış olduğu 31. Madde şu şekildedir:
Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile Vergi Usul Kanununun uygulanacağı haller:
Madde 31 – 1. Bu Kanunda hüküm bulunmayan hususlarda; hakimin davaya bakmaktan memnuiyeti ve reddi, ehliyet, üçüncü şahısların davaya katılması, davanın ihbarı, tarafların vekilleri, feragat ve kabul, teminat, mukabil dava, bilirkişi, keşif, delillerin tespiti, yargılama giderleri, adli yardım hallerinde ve duruşma sırasında tarafların mahkemenin sukünunu ve inzibatını bozacak hareketlerine karşı yapılacak işlemler ile elektronik işlemlerde Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu hükümleri uygulanır. (Ek cümle: 5/4/1990-3622/11 md.; Değişik:10/6/1994-4001/14 md.) Ancak, davanın ihbarı (…) (2) Danıştay, mahkeme veya hakim tarafından re’sen yapılır. (Ek cümle: 3/11/2016-6754/22 md.) Bilirkişiler, bilirkişilik bölge kurulları tarafından hazırlanan listelerden seçilir ve bilirkişiler hakkında Bilirkişilik Kanunu ve 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun ilgili hükümleri uygulanır.
2.Bu Kanun ve yukarıdaki fıkra uyarınca Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununa atıfta bulunulan haller saklı kalmak üzere, vergi uyuşmazlıklarının çözümünde Vergi Usul Kanununun ilgili hükümleri uygulanır.
Tanık dinlemeye ilişkin olarak İdari Yargılama usulündeki düzenleme yukarıda belirtilmiş olup, m.31’de HMK’ya atıf yapılan hususlar arasında tanık delilinin zikredilmemiş olması uygulamada ve doktrinde birtakım tartışmalara sebebiyet vermektedir.
Tanıklık, davanın tarafları dışındaki kişilerin, dava ile alakalı bir vakıa hakkında, dava dışında bizzat edinmiş oldukları bir bilgiyi mahkemeye bildirmeleridir.
İdari yargılama usulünde tanık deliline ihtiyaç duyulduğu durumlar bulunabilmektedir. Bu ihtiyaçtan ötürü mahkemeler zaman zaman noterde verilmiş tanık beyanına itibar etmekte, mahalli bilirkişi adı altında tanık dinleme yoluna başvurmaktadırlar.
Danıştay, uzun yıllardır 31. Maddede tanık hakkında bir yollama olmaması ve idari yargılamada yazılı yargılama usulün kabul edilmiş olması sebebiyle tanık deliline başvurulamayacağı yönünde istikrarlı kararlar vermektedir.
Öğretiye gelince bir görüş tanık delilinin idari yargılama hukuku ile uyuşmadığını, yazılılık ilkesine aykırı olduğunu savunurken, diğer bir görüş tanık delilinin kabul edilebileceğini, re’sen araştırma ilkesi uyarınca da bu delile başvurmanın elverişli olduğunu, HMK’ya yapılan atıfta tanık delilinin zikredilmemiş olmasının, yasak olduğu anlamını doğurmayacağını belirtmektedir.
2.ADALET KAVRAMI
Hukuk düşüncesinin en temel kavramlarından birisi hiç şüphesiz “adalet” kavramıdır. Ancak tanımlanması en güç hukukî kavramlardan birisi de yine hiç şüphesiz adalet kavramıdır.
Adalet kavramının başlıca üç anlamı ve buna bağlı görevleri olduğu kabul edilmektedir. Bunlar ide, ideal ve normdur. İdeler, zihnimizde var olan görüntüler olup adalet kavramı somut bir görüntü olarak değil ide olarak karşımıza çıkmaktadır. İdeal ise ulaşılması zor olan kutsal amacı simgelemektedir. Bazı durumlarda adalet ideal olarak karşımıza çıkmaktadır. Norm ise adaletin en somut ve temel görevi olarak karşımıza çıkmaktadır. Kural ne kadar iyi ve doğruysa hukuk düzen içinde adalet o kadar gerçekleşmiş demektir.
Hukukun genel teorisinde adalet kavramı hakkında birbirine muhalif iki büyük teori mevcuttur: tabii hukuk ve hukuki pozitivizm.
3.TABİİ HUKUK ve HUKUKİ POZİTİVİZM TEORİLERİNE GÖRE ADALET KAVRAMI
Tabiî hukuk anlayışında, bizatihi hukuk, adalet ile tanımlanır. Hukukun geçerliliğini kuran şey adalettir. Bu açıdan tabiî hukuk teorisini kısaca “bir kanun, kanun olmak için adil olmak zorundadır” diyen bir anlayış olarak tanımlayabiliriz. Diğer bir ifadeyle bir hukukî işlemin geçerli olabilmesi için, yani hukukî sonuçlarını doğurabilmesi için adaletin gereklerine uygun olması, onu gerçekleştirmeye hizmet etmesi gerekir. Dolayısıyla eğer bir hukukî işlem veya bir hukuk normu, âdil ise geçerlidir; âdil değil ise geçersizdir, yani hukukî sonuçlarını doğurmaya elverişli değildir; diğer bir ifadeyle bağlayıcı gücü yoktur. Kısacası, bu anlayışta “geçerli olan hukuk, âdil olan hukuktur.
Hukukî pozitivizm ise tabiî hukukun adalet anlayışı eleştirir ve bu kavramın fizik ötesi bir değer olarak tanımlanamaz bir kavram olduğunu ve bu nedenle de hukuk biliminin dışına itilmesi gerektiğini savunur.
Pozitivist teorinin tabiî hukuk teorisine yönelttiği en yıkıcı eleştiri, “âdil olan” ile “âdil olmayan”ı ayıran objektif ve evrensel bir kriterin bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
Pozitivizme göre, adalet kavramı, metafizik bir kavramdır. Metafizik kavram ve ilkeler ise “bilime” konu olamaz. Hukuk bilimi, adalet değerini ele almayı kategorik olarak reddetmelidir.
SONUÇ
Yukarıda yer verilen yerel mahkeme ve Danıştay kararı adalet kavramı ve bu husustaki iki temel yaklaşım olan tabii hukuk ve hukuki pozitivizm teorilerine ve tartışmalarına örnek teşkil etmektedir.
Yerel Mahkeme, tabii hukukun, ‘bir kanun kanun olmak için adil olmak zorundadır’ ilkesinden yola çıkarak adaleti tesis etme amacı ile idari yargılama usulünde tartışmalı olan tanık deliline başvurmuştur. Danıştay ise Yerel Mahkemenin vermiş olduğu kararı hukuki pozitivizm teorisinin temel ilkelerinden yola çıkarak bozmuştur.
Bir kararın pozitif hukuka uygun olması, söz konusu kararı adaletli yapacak mıdır? Bu husus hakkında hukukun var oluşundan bu yana konsensüse varılabilmiş değildir.
KAYNAKÇA
Çağlayan, R.(2017). İdari Yargılama Hukuku. Seçkin Kitabevi, Ankara.
Danıştay 8.Dairesi 2003/3369 E. 2004/917 K.Sayılı karar
Gözler, K. (2008) “Tabiî Hukuk ve Hukukî Pozitivizme Göre Adalet Kavramı”, Muhafazakar Düşünce, 4(15) s:77-90.
Konya İdare Mahkemesi 2002/543 E. ve 2002/1690 K. Sayılı karar
Özekes, M. (2010). Temel Hukuk Bilgisi. Yetkin Basımevi, Ankara.
UZLAŞTIRMA
AV. FİDAN ERMUMCU
f_ermumcu@hotmail.com
Adalet Mah. 1586/13 sok. No:1 D:8 Bayraklı/İZMİR
05056438648
UZLAŞTIRMA
CONCILIATION
Av.Fidan ERMUMCU
ÖZET
Bu çalışmada Türk Ceza Muhakemesi Hukukunda uzlaştırma müessesesi incelenmiştir. Çalışmanın amacı, uzlaştırma kurumuna ilişkin yasal düzenlemelerin incelenmesi ve uygulamada ortaya çıkan sonuçlar dikkate alınarak yerindeliğinin değerlendirilmesidir.
ANAHTAR KELİMELER: Uzlaştırma, Uzlaşma, Uzlaştırmacı, Onarıcı Adalet (daha&helliip;)
TAM YARGI DAVALARINDA MANEVİ ZARAR VE MANEVİ ZARARIN TESPİTİ
TAM YARGI DAVALARINDA MANEVİ ZARAR VE MANEVİ ZARARIN TESPİTİ
Av. FİDAN ERMUMCU
f_ermumcu@hotmail.com
Adalet Mah. 1586/13 sok. No:1 D:8 Bayraklı/İZMİR
05056438648
TAM YARGI DAVALARINDA MANEVİ ZARAR VE MANEVİ ZARARIN TESPİTİ
INTANGIBLE DAMAGES AND THE DETERMINATION OF INTANGIBLE DAMAGES IN FULL REMEDY ACTIONS (daha&helliip;)