TAM YARGI DAVALARINDA MANEVİ ZARAR VE MANEVİ ZARARIN TESPİTİ
TAM YARGI DAVALARINDA MANEVİ ZARAR VE MANEVİ ZARARIN TESPİTİ
Av. FİDAN ERMUMCU
f_ermumcu@hotmail.com
Adalet Mah. 1586/13 sok. No:1 D:8 Bayraklı/İZMİR
05056438648
TAM YARGI DAVALARINDA MANEVİ ZARAR VE MANEVİ ZARARIN TESPİTİ
INTANGIBLE DAMAGES AND THE DETERMINATION OF INTANGIBLE DAMAGES IN FULL REMEDY ACTIONS
Fidan ERMUMCU
Özet
Bu çalışmanın asıl konusu, tam yargı davalarında manevi zarar ve manevi zararın tespiti olmakla birlikte, doğru bir değerlendirme yapabilmek için, ilk olarak tam yargı davalarının niteliği, zarar kavramı ve idarenin tazmin borcunun kapsamı üzerinde kısaca durulmuştur. Ardından tam yargı davalarında manevi zarar, manevi zararın nasıl saptanacağı ve uygulamada karşılaşılan problemler açıklanmış, emsal yerel mahkeme ve Danıştay kararları ışığında bunların bir değerlendirmesi yapılmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Tam yargı davaları, manevi zarar, manevi zararda faiz, tam yargı davalarında manevi zararın tespiti, zarar
Abstract
Although the actual focus of this study is the intangible damages and the determination of intangible damages in full remedy actions, in order to be able to make a correct assessment, the quality of full remedy actions, the concept of damage and the extent of the administration’s responsibility for compensation are briefly examined first. Thereafter, intangible damages in full remedy actions, method of calculating the intangible damages and problems encountered in practice are explained and an evaluation of local courts’ and Council of State’s precedents has been provided.
Keywords: full remedy actions, intangible damages, the determination of intangible damages in full remedy actions, damages
1.Giriş
Tam yargı davası, idarenin bir eylem, işlem ya da tahkim yolu öngörülenler dışındaki sözleşmeleri nedeniyle hakları ihlal edilen kişiler tarafından açılan bir edim davası niteliğindedir. İdari dava türlerinden biri olan tam yargı davaları, idare hukuku alanında ihlal edilen bir hakkın yerine getirilmesi, ya da uğranılan zararın giderilmesine ilişkindir. İdarenin, bir işlem, eylem ya da eylemsizliği şeklinde ortaya çıkan tutum ve davranışlarının neden olduğu zarar idarenin sorumluluk esaslarına göre giderilir. Tam yargı davaları özel hukuktaki eda davalarına benzemekle beraber, sorumluluğun tespit, takdir ve dayanacağı esaslar bakımından farklılaşmış olup idari dava niteliğindedir. İdari Yargılama Usul Kanunu’nun 2/1-b,c maddesine göre tam yargı davaları; 1)idari işlemlerden, 2)idari eylemlerden, 3)idari sözleşmelerden doğabilir. Söz konusu davalarda esas yönünden inceleme yapılabilmesi için öncelikle görev, konu, davacı, davalı, süre ve şekil ile ilgili ön şartların sağlanmış olması gerekmektedir. Bu tür davaların esası ise idarenin mali sorumluluğudur. Bu sorumluluk Anayasa m.125’te “İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.” şeklinde ifade edilmiştir. Bu hükme göre idare, kusurlu olsun olması, verdiği zararı ödemek zorundadır. Tazminat miktarı, davanın açılması aşamasında davacı tarafından belirlenir ve bu miktar tazmine hükmolunacak miktarın en üst haddini ifade eder. Ancak zorlayıcı/ mücbir nedenler, beklenmeyen durumlar, zarar görenin yahut üçüncü kişinin davranışı illiyet bağını kestiği oranda idarenin sorumluluğunu keserler. Ön şartlar açısından kabul edilen ve esastan incelemesi yapılan dava neticesinde ihtilaf davacı lehine çözüldüğünde, karşı taraf belli bir miktar para ödemeye, belli bir şeyi yapmaya yahut yapmamaya zorunludur. Davanın davalı lehine çözülmesi halinde ise, davacının aynı sebebe dayanarak yeniden dava açması engellenir. İptal davasının aksine, tam yargı davaları sonunda verilmiş olan kararlar yalnızca davanın taraflarını bağlamaktadır. Ayrıca hukuka aykırılığın belirtildiği ve idarenin yapacağı iş ve eylemin emredildiği kararların gecikmeden yerine getirilmesi şarttır.
2.Zarar Kavramı
Zarar kavramı hukuk dilinde dar ve geniş anlamıyla kullanılmaktadır. Dar anlamdaki zarar; teknik anlamdaki maddi zararı ifade etmektedir. Bir şahsın mal varlığında iradesi dışında meydana gelen eksilmedir. Geniş anlamda zarar; mal varlığı dışında kişinin şahıs varlığı haklarında meydana gelen zararları da kapsamaktadır. Kişinin mal varlığında ve şahıs varlığında iradesi dışında meydana gelen zarar geniş anlamda zararı oluşturur.
Zararı karşılama zorunluluğunun olabilmesi için, ortada zarar doğurucu bir tutum ve davranışın bulunması gerekir. İdarenin tutum ve davranışı bir etkinlik biçiminde kendini gösterebileceği gibi, hareketsiz kalma biçiminde de kendini gösterebilir. Bunun yanı sıra zarar doğurucu davranış idareye bağlanabilmelidir.
Zarar doğurucu davranışın idareye bağlanabilmesi, zararı doğuran tutum ve davranışın idare adına, ya da idare tarafından yapılmış olması gerekir. Aksi halde idare zarardan sorumlu olmaz. İdare dışındaki ve idare ile ilişkisi olmayan kişilerin verdikleri zararlar idareye bağlanamaz. Böyle olmakla birlikte kamu hizmetine gönüllü olarak da olsa katılanların verdikleri zararlar idareye bağlanabilir.
Burada ifade etmek gerekir ki, her zarar tazmin borcu doğurmaz. Örneğin kanunun verdiği yetkiye dayanılarak Bakanlar Kurulu kararıyla vergi oranının artırılması, mükellef açısından bir zarar niteliğindedir fakat idare açısından bir tazmin yükümlülüğüne sebebiyet vermez.
Danıştay, yine 2016 yılında vermiş olduğu bir kararında hizmet kusuru için istenilmiş olan manevi tazminat talebine yönelik şu şekilde bir karar vermiştir: ‘…Anayasa’nın 125. maddesinde, idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararları ödemekle yükümlü olduğu kurala bağlanmıştır. İdarenin yürütmekle yükümlü olduğu bir hizmetin kuruluşunda, düzenlenişinde veya işleyişindeki nesnel nitelikli bozukluk, aksaklık veya boşluk olarak tanımlanan hizmet kusuru; hizmetin kötü işlemesi, geç işlemesi veya hiç işlememesi hâllerinde gerçekleşmekte ve idarenin tazmin yükümlülüğünün doğmasına yol açmaktadır. Bir idarî işlemin yasalara ve hukuka aykırılığı kural olarak hizmet kusuru sayılmaktadır. Bununla birlikte, her aykırılığın tazminat sorumluluğuna yol açmayacağı da idare hukuku ilkelerindendir. İdarî işlemlerin iptalini gerektiren nedenlerle hizmet kusurunu doğuran nedenler arasında tam bir bağlılık ve özdeşlik yoktur. Bir işlemin herhangi bir yönden yasalara ve hukuk kurallarına aykırı görülerek iptal edilmiş olması hizmet kusurunun varlığını kabule yetmez. Bir başka deyişle, işlemin iptalini gerektiren her hukukî yanlışlığı ve aykırılığı kendiliğinden hizmet kusuru olarak niteleme olanağı yoktur. İdarî işlemin yapılması ve uygulanmasında hizmet kusurunun varlığından söz edebilmek için hukukî sakatlığın bir dereceye kadar ağır ve önemli olması gerekmektedir. Hukukî değerlendirme hatasından veya yoruma dayalı bir idarî tasarruftan kaynaklanan idarî işlemlerin hukuka aykırı bulunarak yargı kararıyla iptal edilmiş olması her şekilde tazminat sorumluluğunu doğurmaz.’
Zarar, sorumluluğun ve dolayısıyla tanzim borcunun en önemli unsuru olup zarar olmayan yerde sorumluluk da yoktur. Ancak idarenin zararı karşılama sorumluluğu doğabilmesi için birtakım niteliklere sahip olması gerekir. Öncelikle zarar belli ve gerçek olmalı, kesin bir şekilde halihazırda ortaya çıkmış, belirgin hale gelmiş olmalıdır. Ancak, henüz doğmamış olmakla birlikte, ileride ortaya çıkacağı kesin olarak bilinebilen, gerçekleşmesi kaçınılmaz zararların da tazmine konu olması gerekir. Ancak Danıştay, zararın belli olması unsurunu, katı bir yaklaşımla dar tutmakta, henüz ortaya çıkmamış ve fakat çıkacağı kesin ya da ortaya çıkma olasılığı çok yüksek olan zararları da muhtemel zarar kavramı içinde değerlendirmek suretiyle, tazminata yanaşmamaktadır. 1990 tarihli bir kararında, idarenin kararı ile atın yarışlara katılmaması nedeniyle uğranılan zarar için açılan davayı, “ihtimale dayalı ve tahakkuk etmemiş zarar” olarak değerlendirerek davayı reddetmiştir. İkinci olarak, söz konusu zarar özel olmalı, kamu külfeti şeklinde ortaya çıkmaması gerekmektedir. Bunun yanı sıra meydana gelen zararın meşru olması gerekmektedir. Yani idarenin sorumluluğuna gidebilmek için, zarar gören hukuka aykırı bir konumda olmamalı, zarar meşru ve hukuken korunan bir menfaate ilişkin olmalıdır. Ayrıca nakden tazmin ilkesi gereğince meydana gelmiş olan zarar parayla ölçülebilir nitelikte olmalıdır. Mal varlığında meydana gelen zararların parayla ölçülebilir olması yönünden bir tereddüt olmamakla birlikte, manevi zararlar yönünden de parayla ölçülebilirlik kabul edilmektedir.
İdarenin üçüncü kişilere verdikleri zararları tazmin etme zorunluluğu doğabilmesi için, ortada idarenin zarar verici bir davranışının bulunması gerekmektedir. Fakat zarara yol açan fiil ve davranış idareye atıf ve izafe olunabilmeli, hizmet ve idare tüzel kişiliğine yabancı unsurlardan doğmamalıdır. Zararla idarenin davranışı arasında bir illiyet bağı kurulabilmelidir. ‘Davalı idarenin hukuki sorumluluğundan söz edilebilmesi için maddi ve hukuki nitelikteki bazı sebep ve şartların bir araya gelmesi gerekir. Bunlardan birinin yokluğu sorumluluğun tamamen ya da kısmen ortadan kalkması sonucunu doğurur. Bunlar, tazmini gereken bir zararın bulunmaması hali ya da zarar ile idari eylem arasındaki nedensellik bağının kesilmiş sayıldığı hallerdir. Zararla idari eylem arasındaki nedensellik bağı; zararın zarar gören kişinin kendi eyleminden doğması, zararın üçüncü kişilerin eyleminden doğması, zararın beklenmeyen hallerden veya mücbir sebeplerden kaynaklanması hallerinde kesilmiş sayılır.’
3.İdarenin Tazmin Borcunun Kapsamı
Kusurlu ya da kusursuz sorumluluk ilkelerine dayalı olarak ortaya çıkan idarenin sorumluluğu nedeniyle, ilke açısından ve de genelde beklenen, idarenin madde ve/veya manevi zararları gidermekle yükümlendirilmesidir. İdarenin ortaya çıkan tazmin borcunun kapsam ve hesaplanmasında adli yargı ile idari yargı arasında büyük benzerlik bulunmakla birlikte gözden kaçırılmaması gerekli nokta idari yargılama hukukunda idarenin aynen tazmin borcunun bulunmadığıdır. İdari yargı hukukunda, idarenin tazmin borcunun ifası ilke olarak zararın karşılanmasına yetecek ölçüde ve değerde bir paranın ödenmesi suretiyle olur. Adli yargı ile olan bu temel ayrılığın dışında, tazmin borcunun hesaplanması diğer yargı kolları ile genel farklılık göstermeyen usul ve esaslara göre oluşturulmuş hesap modellerine uygun olarak yapılır. Ancak bu saptamanın sadece maddi tazminatın hesabı yönünden geçerli olduğunu, manevi tazminatın tayin ve takdirinin ise benzerlikler olmasına karşın idari yargıda daha dar ve sınırlı bir tayin/takdir anlayışının var olduğu söylenebilir. İdare kural olarak, yürüttüğü kamu hizmetiyle nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlü olup; idari eylem ve/veya işlemlerden doğan zararlar, idare hukuku kuralları çerçevesinde, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir.
İdare hukukunun ilkeleri ve Danıştay’ın yerleşik içtihatlarına göre, zarar gören kişinin hizmetten yararlanan durumda olduğu ve hizmetin riskli bir nitelik taşıdığı hallerde, idarenin tazmin yükümlülüğünün doğması için, zararın, idarenin açık ve belli bir ağırlıktaki hizmet kusuru sonucu meydana gelmiş olması gerekmektedir.
4.Tam Yargı Davalarında Manevi Zarar
İdarenin davranışı sonucu ortaya çıkan ve tazmini gerekmekte olan zarar maddi olabileceği gibi şahıs varlığına yönelik olarak manevi de olabilecektir. Kişinin kişi olarak sahip olduğu hayat, vücut bütünlüğü, sağlık, hürriyet, isim, şeref, haysiyet, cinsel bütünlük, ruhsal bütünlük gibi kişisel değerlerinin tümü şahıs varlığını ifade etmektedir. Bu değerlere saldırı objektif olarak bir zararı ifade eder. Bu bağlamda şeref, ün, estetik bozukluklar, fiziksel acılar manevi zararlar içinde mütalaa edilmektedir.
Manevi zararlar kendi içinde, biri maddi etkileri olan manevi zararlar, diğeri maddi etkileri olmayan salt manevi zararlar olmak üzere ikiye ayrılabilir. Kişinin fizik yapısına verilen zararlar birinci kümeye, inancına ters düşen bir şeyi yapmasına zorlanması ikinci kümeye örnek olarak gösterilebilir.
Manevi zarar, maddi zararın bir uzantısı değildir. Maddi tazminat istenmeksizin de manevi zararın giderilmesi istenebilir. Danıştay 1990 yılında verdiği bir kararda bu durumu şu şekilde ortaya koymuştur: “Maddi ve manevi tazminat davalarının konularının, kapsamlarının ve amaçlarının birbirinden tamamen ayrı olması ve idarenin doğan zararları tazminle yükümlü olup olmadığının değerlendirilmesinde farklı ölçütler kullanılmasının gerekli bulunması nedeni ile idare mahkemesince bu iki zarardan birinin doğal ve ayrılmaz uzantısı olarak ele alınmasında ve davalı idarenin iptal ile sonuçlanan işleminde, tazminat sorumluluğu doğuracak nitelikte ağır hizmet kusuru görülmediğinden ve maddi tazminat ödenmesi ile zorunlu bulunmayan idari işlem nedeni ile, idarenin manevi tazminat ödemesine zorunlu tutulmayacağı sonuç ve kanaatine varılmasında hukuki isabet görülmemiştir.
Danıştay, tüzel kişi lehine de manevi tazminat kabul etmektedir: “… Davacı şirketin bir yıl süreyle bütün kamu kurum ve kuruluşlarının ihalelerine katılmaktan yasaklanmasına neden olan eylemin 4734 sayılı Kanun’un 17/a maddesi kapsamında “yasak fiil ve davranış” niteliğinde olmadığı, bu gerekçeyle verilen yasaklama kararı davacı şirketin ticari itibarını zedeleyeceğinden ve güvenilirliğini azaltacağından, davacı şirketin söz konusu işlem nedeniyle uğradığı manevi zarara karşılık makul bir tazminata hükmedilmesi gerektiğine..”
Esasında manevi elem ve ıstırap parayla karşılanabilecek bir durum olmayıp kişinin acısını hafifletmeye yöneliktir. Hukukumuzda bir tazmin değil tatmin aracı olarak kabul edilmektedir. Bir zenginleşme aracı olarak kullanılması da mümkün değildir. Danıştay 2016 yılında vermiş olduğu bir kararında bu hususu şu şekilde belirtmiştir: ‘….Manevi zarar, kişinin şahıs varlığında iradesi dışında meydana gelen eksilme olup, kişinin kendisinin veya yakınlarının şan, şeref, kişilik hakları ve vücut bütünlüğüne yönelik eylem ve işlemler nedeniyle duyduğu derin ruhsal ve bedensel acı, üzüntü olarak tanımlanmaktadır. İdarenin mali sorumluluğuna gidilmesi, duyulan acı ve üzüntünün kısmen de olsa maddi edimlerle telafi edilmesi olan manevi tazminat, bir zenginleşme aracı da değildir. Somut uyuşmazlıkta, kişilerin manevi varlıklarında oluşan eksilmeyi ifade eden manevi zararın tazmin edilebilmesi için varlığı gerekli olan; şeref, haysiyet, kişilik hakları veya vücut bütünlüğüne yönelmiş bir saldırı niteliğinde eylem ya da işlem söz konusu değildir. İdarenin hizmet kusuru her durumda mutlaka idarenin manevi tazminat sorumluluğunu gerektirmediği gibi, her mağduriyetin bir zarar teşkil etmediği ve manevi tazminatın bir zenginleşme aracı olmadığı açıktır. Bu bakımdan, somut uyuşmazlığın niteliğine göre davacının almış olduğu eğitimin karşılığı diploma alamamış olması nedeniyle duyduğu ileri sürülen acı ve üzüntü, manevi tazminata hükmedilmesini gerektirecek nitelikte görülmemiştir…’
5.Manevi Tazmin Borcunun Saptanması Ve Temel İlkeler
Danıştay, tazminatı saptarken davacının istemi (hüküm altına alınmasını istediği miktar) ile bağlılık ilkesine sıkı sıkıya uymaktadır. İsteğin dışında ve üstünde bir miktara hükmedilemez. Manevi tazminatın tespitinde, doğal olarak bilirkişi incelemesine başvurmak gibi bir yol yoktur. İdare mahkemesi manevi tazminata hükmedilmesi gerektiği kanısına ulaştığında, bu tazminatın miktarını kendisi tayin ve takdir edecektir. Tazminatı saptama görevi ve yetkisi idari yargı yerinin olmakla birlikte kimi durumlarda Danıştay, tazminat tutarını saptamak için, dosyada yeterli bilgi bulunmaması durumunda ek inceleme yapma yoluna gitmektense tazminat tutarını saptama işini idareye bırakabilmekte olsa da bu çeşit kararlar idare ile kişi arasında uyuşmazlığın devamına yol açmakta, idarenin saptayacağı tazminat tutarı yeni davalara konu olmaktadır.
Tazminat hesaplanırken, gerçek zarar gözetilecektir. Bu zarar maddi olabildiği gibi manevi de olabilir. Maddi gerçek zararın saptanmasında özel hukuk uygulaması ile benzerlik söz konusudur. İdare Mahkemeleri bu saptamayı genellikle bilirkişi incelemesi yolu ile yapmaktadırlar. Gerçek zararın tazmini ilkesi kapsamında, en çok sorunlara yol açan konu manevi (tinsel) tazminatın saptanmasıdır. Maddi tazminatın saptanması aşamasında bilirkişi raporları doğrultusunda saptama yaparak tazmin hükmü kurulabilmesi daha kolayken, idarenin haksız eylem ve işlemlerinden ötürü maddi zararın yanı sıra manevi zararın da oluşması yahut bazı hallerde yalnızca manevi zararın oluşması halinde oluşan manevi zararın, maddi zararda olduğu gibi matematiksel olarak ortaya konulması mümkün değildir. Gerçekten tinsel zararın bir ölçüde somutlaşması demek olan acı, ızdırap, eza, sıkıntı ve ruhsal çöküntü vb. hallerin ölçümlenmesi olanaksızdır.
Danıştay vermiş olduğu bir kararda manevi zarar değerlendirmesini şu şekilde yapmıştır ‘İdare Hukuku ilkelerine göre manevi tazminata hükmedilmesi için, İdarenin hukuka aykırı bir işlemi veya eylemi sonucu ağır bir elem ve üzüntünün duyulmuş olması ve/veya kişinin fizik yapısını zedeleyen, yaşam ve kazanma gücünün azalması sonucunu doğuran olayların meydana gelmesi veya şeref ve haysiyetinin rencide edilmiş bulunması gerekir. Dava dosyasının incelenmesinden; davacının 2007 yılı sicilinin 63 puan üzerinden orta notla değerlendirildiği ve anılan sicil raporunun iptali istemiyle açılan davada İzmir 2. İdare Mahkemesi’nce 06.02.2009 gün, E:2008/625, K:2009/208 sayılı “iptal” kararının verildiği, davacı tarafından yargı kararı ile iptal edilen 2007 yılı sicil raporunda yer alan sicil amirlerinin kanaatleri nedeniyle manevi yönden zarara uğradığından bahisle 20.000,00-TL manevi tazminata hükmedilmesi istemiyle temyizen bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Olayda, davacı hakkında düzenlenen ve yargı kararı ile iptal edilen 2007 yılı sicil raporunda, 1. Sicil amirinin düşüncesi kısmında “güvenilmez, şahsi menfaatlerine düşkün ve üst görevleri yapamaz” şeklinde ifadelere yer verildiği, 2. Sicil amiri tarafından ise, davacının “kin tutar, uyumsuz çalışır, olumsuz yaklaşımlıdır ve idareciliği zayıf” şeklinde ifadelere yer verildiği görülmektedir. Dava konusu işlem tarihinde yürürlükte olan Devlet Memurları Sicil Yönetmeliğinin 17. maddesinde belirtilen hususlarla ilgili olarak, sicil amirinin gözlem ve kanaatine göre yapılan değerlendirme sonucu oluşan kanaatin sicil raporunda yazılması, manevi tazminata hükmedilmesini gerektirmediğinden, İdare Mahkemesi kararının kabule ilişkin kısmında hukuki isabet görülmemiştir.’
Manevi zararın tazmininde gözetilmesi gerekmekte olan diğer bir ilke ise haksız zenginleşme aracı olmasının önüne geçilmesidir. Ölüm, uzuv kaybı gibi hallerde ortaya çıkan zararın ağırlığı ortada olmakla birlikte uğranılan manevi zararın tazmininde toplumun değer yargılarına paralel ve de kabul edilebilir bir miktar belirlenmesine özen gösterilmelidir.’ Manevi zararın başka türlü giderim yollarının bulunmayışı veya yetersiz kalışı manevi tazminatın parasal olarak belirlenmesini zorunlu kılmaktadır. Bu itibarla, her olayda manevi tazminat gerekip gerekmediğinin yargı merciince değerlendirilmesi, manevi tazminat verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılırsa takdir edilecek manevi tazminatın, idarenin kusurunun ağırlığını ortaya koyacak bir oranda ve sebepsiz zenginleşmeye yol açmayacak şekilde belirlenmesi gerekmektedir.’
Manevi zararın miktarının belirlenmesi ve hüküm altına alınması uygulamada birçok problemi de beraberinde getirmektedir. Örneğin tam yargı davasında davacının aslında maddi tazminat olarak talep edebileceği miktarın çok altında bir miktar talep etmesi ve bilirkişi incelemesi sonucunda davacının uğradığı manevi zararın bunun çok üzerinde çıktığının saptanması halinde, talepten fazlasına hüküm verilemeyeceği ilkesinin bir gereği olarak, davacı aslında hak etmiş olduğu manevi tazminatı alamayacaktır. Bu durumda idare mahkemesinin, adalet yargısındaki benzer olaylarda uygulanan çözüm modellerine paralel bir çözümü benimsemesi, yanlış, eksik maddi tazminat isteminden doğan davacı mağduriyetinin, istenilen manevi tazminatın miktarına ilişkin yargısal takdir hakkının daha üst düzeylerde bir tazminata hükmedilmesi suretinde tecelli etmesi ile telafi edilmesi doğru ve adil olacaktır.
Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin şu kararı, manevi zararın değerlendirilmesinin zorluğunu ortaya koymaktadır: “…Manevi tazminata gelince, üzücü olayların uzak veya yakın tesirini duyan hemen herkes manevi tazminat isteme hakkına sahip değildir. Bu tür ölümlü olaylarda, özellikle akrabaların az ya da çok üzüntü ve acı duyması tabiidir. Ancak, mücerret böyle bir acı için manevi tazminat gerekmez. Bu tazminatta hukuki ölçü, duyulan acının niteliği ve süresi yönünden istek sahibinin tüm benliğini sarar şekilde kapsamış olmasıdır. Yoksa sadece amca, teyze, dayı, üvey anne gibi ölenin yakını olmak, mahiyeti belirtilen acıların duyulduğuna delil sayılamayacağı gibi, manevi tazminat isteyen kimselerin acı, ıstırap ve elem gibi duyguları idrak edebilecek yaş ve akli yeterlilik içinde bulunmaları da şarttır…”
Danıştay ise vermiş olduğu 2016 tarihli bir kararında ölenin murisi olan davacıların manevi tazminat talebini ‘İdarenin, sunduğu sağlık hizmetinden sorumluluğu noktasında, maddi tazminat talepleri için doğrudan tıbbi uygulama neticesinde meydana gelen zarar ile idarenin eylemi arasında doğrudan illiyet bağının varlığı gerekli ise de, manevi tazmin noktasında böyle bir gereklilik yoktur. Manevi tazminata hükmedilebilmesi için sunulan sağlık hizmetindeki birtakım eksiklikler yeterli olacaktır’ ifadesi ile yerinde bulmuştur.
6.Manevi Zararın Hesaplanmasında Faiz
İdare Mahkemeleri, tazminata hükmederken faizi de hükmedilecek faiz miktarına katar, ekler. Bu durum esas itibariyle, 1982 öncesinde de Danıştay’ın benimsediği tutumdur. Faiz hem maddi hem manevi tazminat talebinde ileri sürülebildiği gibi adli yargıda da olduğu gibi istenilmediği taktirde faize hükmedilmez.
İlke olarak faize, zararı doğuran eylem veya işlemin ortaya çıktığı tarihten başlamak üzere hükmedilir; ancak bunun için davacının dava dilekçesinde açık istemi bulunmalıdır. Dava dilekçesinde, başlangıç tarihini belirtmeksizin, sadece faiz istenmesi ile yetinilmiş ise, bu durumda dava tarihinden itibaren, öncesinde ilgili idareye başvuruldu ise idareye başvuru tarihinden itibaren yürütülecek faize hükmedilir. Talep edilecek ve hükmedilecek faiz, yasal faizdir. Yasal faiz yürütülmesi ilkesi, davacının tacir olması halinde, ticari faiz hadlerinin uygulanmasının gerekli olduğu savını gündeme getirebilse de çoğu zaman daha yüksek olan ticari faize hükmedilmesi yönündeki davacı istemleri kabul edilmemektedir.
Manevi tazminata faiz uygulanması hususunda idare mahkemeleri, manevi tazminata yasal faiz yürütmemek, faizsiz sadece manevi tazminata hükmetmek yoluna da gidebilmektedir. Yine Danıştay’ın ilk derece mahkemesi olarak tek başına yargılama yaptığı 1982 öncesi dönemde de örnekleri mevcuttur. Konya 1.İdare Mahkemesinin 2004/656 E ve 2005/149 K numaralı kararına (Dava 02.02.2004 tarihinde Konya ili Selçuklu ilçesinde bulunan, herhangi bir doğal afete uğramadan kendiliğinden çöken ve davacılarca davalı idarenin hizmet kusuru olduğu ileri sürülmüş olan ‘Zümrüt Apartmanı’na ilişkindir, kararda manevi tazminata yasal faiz de işletilmiştir) yazılan azlık oyunda bu hususla ilgili şu şekilde bir görüş belirtilmiştir: ‘ Manevi tazminat, maddi varlıktaki eksilmeyi değil manevi dünyada oluşan travmayı tatmin aracı olup, takdir edilen miktar da mahkemenin hüküm tarihi itibariyle uygun bulduğu rakamdır. Yasal faiz ise, maddi kayıpların, ileri tarihlerde tazmini esnasında enflasyonist yıpranmanın giderilme aracıdır. Bu durumda, bir maddi azalma söz konusu olmayıp, hüküm tarihinde takdir edilen rakamı ifade eden manevi tazminata yasal faiz istenilmesi müessesenin varlık sebebiyle bağdaşmaz.’ Fakat Danıştay, uzun zamandır istikrarlı olarak manevi tazminata yasal faiz uygulanması gerektiği yönünde kararlar vermektedir.
7.Sonuç
Açılmış olan bir tam yargı davasında, mahkeme davayı ya ön koşullar ya esastan reddedecek veya davayı kabul ederek belli bir miktar tazminatın ödenmesine yahut davacının istemi ile bağlı olarak yapılan haksızlığın giderilmesine karar verecektir. Davanın kabulü halinde çoğunlukla idarenin belli bir miktar tazminat ödemesine hükmedilmektedir. Hükmedilen tazminat, birbirinden bağımsız olarak maddi veya manevi ya da her ikisi birlikte olabilmektedir. Manevi tazminat borcunu doğuracak idareye bağlanabilen manevi zarar yönünden, manevi zarar kişinin şahıs varlığında iradesi dışında meydana gelen eksilme olup; kişinin kendisinin veya yakınlarının şan, şeref, kişilik hakları ve vücut bütünlüğüne yönelik eylem ve işlemler nedeniyle duyduğu derin ruhsal ve bedensel acı, üzüntü olarak tanımlanmaktadır. İdarenin mali sorumluluğuna gidilmesi suretiyle, duyulan acı ve üzüntünün kısmen de olsa maddi edimlerle telafi edilmesi olan manevi tazminatın bir zenginleşme aracı olmadığı da tartışmasızdır. Manevi zararın saptanması ve hesaplanması hususu büyük ölçüde adli yargı ile benzerlik göstermekle birlikte, idare hukukunun temel prensipleri ışığında hareket edilecektir.
Kaynakça
Çağlayan, R. (2016). İdari Yargılama Hukuku (8. Baskı). Ankara: Seçkin.
Dikici, M. F. (2005). İdare Hukuku-İdari Yargılama Usul Hukuku (6. Baskı). Ankara: Seçkin
Gökcan, H. T. (2010). Haksız Fiil Sorumluluğu ve Tazminat Hukuku (3.Baskı). Ankara:Seçkin
Gönen, Y. (2014). Türk İdari Yargılama Usulü Hukuku. Ankara:Metin
Gözübüyük, Ş., Turgut T. (2003). İdare Hukuku Cilt 2 İdari Yargılama Hukuku (2. Baskı). Ankara: Seçkin
Kalabalık, H. (2013). İdari Yargılama Usulü Hukuku (5. Baskı). Konya:Seçkin
Zabunoğlu, Y. K. (2012). İdare Hukuku Cilt 2. Ankara: Seçkin